CENUP YILDIZI

Jules Verne




X


Cyprien, kalbi mahzun, fakat meslekî bir vazife gibi telâkki ettiği şeyi yapmağa karar vermiş bir halde, çiftlikten ayrılarak tekrar Jacobus Vandergaart’ın yanına gitti. Yaşlı adamı yalnız başına buldu. Simsar Nathan, doğrudan doğruya madencileri ilgilendiren bir haberi ilk olarak kampa yaymış olmak için derhal gitmişti.

Bu iri elmasın sun’î olması hakkında hiç kimsenin henüz bir malûmatı olmadığı için, haber çabucak tesirini gösterdi. Fakat Cyprien, bu hususta Kopje’de vukua gelecek gevezeliklerden bir hayli endişe duyuyordu! Bir rapor hazırlamadan evvel, taşın kalite ve rengi hakkında ihtiyar Vandergaart’tan malûmat almak zorunda idi.

San’atkârın yanında yer aldıktan sonra:

— Azizim Jacobus, dedi. Şu taşı lütfen tıraş etseniz de, vaziyetinin ne olduğunu öğrensek.

Adam, taşı genç dostunun elinden alarak:

— Kolay, diye cevap verdi. Şu tarafta hafif bir çıkıntı var, eğer bu tarafı tıraş edecek olursak, hiç bir şey kaybetmeyiz ve hemen hemen mükemmel bir oval temin ederiz!

Jacobus Vandergaart, fazla vakit kaybetmeden işe koyuldu ve çanak içinden dört, beş kıratlık bir taş seçerek, bu taşı büyük taşa sürtmeğe başladı.

— Biraz uzun sürecek amma, çare yok, dedi. Bu kadar yüksek kıymette olan bir taş üzerine çekiçle vurmağa kim cesaret edebilir?

Çok uzun ve pek yeknasak olan bu çalışma iki saat kadar sürdü. Cilâ işi de bir hayli devam ettikten sonra, Cyprien ile Jacobus Vandergaart, yapılan işin neticesini görmek için biribirlerine yaklaştılar.

Gözlerinin karşısında gayet saf ve mukayese kabul etmez derecede parlak bir taş bulunuyordu.
büyük boyut için tıklayın

Elmas siyahtı! Bu vaziyet, elmasın kıymetini daha fazla arttıran müstesna bir garabetti ve böyle bir taşın katiyen eşi bulunamazdı.

Jacobus Vandergaart, taşın güneşten aldığı ışıkla pırıl pırıl yandığını görürken, heyecandan elleri titriyordu.

İhtiyar adam, bir nevi dinî saygı ile:

— Bu en harikulade bir taştır ve güneş ışığını bundan daha mükemmel olarak aksettiren taş yoktur! dedi. Hele her tarafı tamamen tıraş edildikten sonra ne olacağını düşünmeli bir kere!

Cyprien:

— Bu işi kabul eder misiniz? diye sordu.

— Elbette, evlâdım! Bu benim uzun meslek hayatım için bir şereftir!... Fakat, şu da var ki, benimkinden daha genç, daha kuvvetli bir eli intihap etmekliğiniz muvafık olmaz mı?

Cyprien, sevgi ve saygı ile:

— Hayır, diye cevap verdi. Eminim ki, hiç kimse, sizin kadar bu işi maharetle başaramaz! Şu elması muhafaza ediniz, azizim Jacobus ve dilediğiniz tarzda tıraş ediniz. Onu muhakkak ki bir şaheser yapacaksınız!

İhtiyar, parmaklan arasında taşı eviriyor, çeviriyor; düşüncesini formüle etmekte tereddüt ediyormuş gibi görünüyordu. Nihayet:

— Bir mesele beni düşündürüyor, dedi. Bilirsiniz ki, ben şimdiye kadar bu kadar yüksek kıymette bir ziynet taşını işlemeği aklımdan bile geçirmemişimdir! En aşağı elli milyon frank tutarında olan ve belki de daha fazla bir kıymet ihtiva eden böyle muazzam bir kıymeti avucum içinde tutuyorum! Ne bileyim, böyle bir mesuliyeti kabullenmek pek tedbirli hareket olmasa gerek!

— Siz bir şey söylemez iseniz, bundan kimsenin haberi olmaz, Mösyö Vandergaart. Ben kendi hesabıma, sırrı gizliyeceğimi size temin edebilirim.

— Bundan hiç kimsenin şüphesi olamaz! Çünkü siz buraya gelirken, takip edilmiş olabilirsiniz!... Meseleyi bilmeseler bile, tasavvur ederler!... Memlekette bir sürü yabancı unsurlar var!... Hayır! Ben sakin uyuyamıyacağım!

Cyprien, ihtiyarın tereddüdünü anlıyarak:

— Belki haklısınız, diye cevap verdi. Fakat ne yapalım?

Birkaç saniye kadar sessiz duran Jacobus Vandergaart:

— İşte, ben de bunu düşünüyorum, dedi. Biraz sonra, sözüne devamla:

— Beni dinleyiniz, oğlum, dedi. Size gayet ehemmiyetli bir teklifte bulunacağım. Bana karşı mutlak bir güveniniz olduğunu biliyorum! Bazı lüzumlu tedbirler almak hususunda aklıma gelen şeyi garip bulmıyacak kadar beni iyi tanıyorsunuz, zannederim!... Tanınmadığım her hangi bir yere gidip oraya sığınmaklığım için âletlerimle ve şu taşla derhal hareket etmekliğim lâzım geliyor... Meselâ, Bloemfontein’e yahut Hope-Town’a gidebilirim. Orada mütevazi bir oda tutarım, hiç kimseye bir şey sezdirmemek suretiyle çalışmak için bu odaya kapanırım ve ancak işimi bitirdikten sonra buraya dönerim. Böylece, belki, bazı haydutlara izimi belli ettirmiyebilirim!... Fakat, tekrar ediyorum, böyle bir plânı tatbik etmekten dolayı da mahcubum...

Cyprien, cevap verdi:

— Düşüncenizi gayet yerinde buluyorum, bu düşünceyi gerçekleştirmek hususunda size başka bir fikir veremem!

— Fakat şu da var ki, bu işin en aşağı bir ay sürmesini ve yolda başıma bir takım kazalar gelmesi ihtimalini de nazarı dikkate almanız icap eder!

— Ehemmiyeti yok, Mösyö Vandergaart, tutulacak yolun en iyisi bu olduğuna inandığınız takdirde, ortada bir mesele kalmaz! Eğer elmas kaybolacak olursa, zarar o kadar büyük olmaz!

Jacobus Vandergaart, genç dostuna bir nevi hayret ve ayni zamanda korku ile baktı. Kendi kendine:

«Acaba bu kadar büyük bir servet ona aklını mı kaybettirdi?» diye sordu.

Cyprien, onun düşüncesini kavradı ve gülümsemeğe başladı. Bu elmasın nereden geldiğini ve buna benzerlerini nasıl imal edebileceğini anlattı ise de, ihtiyar san’atkâr, gerek bu hikâyeye pek o kadar inanmaması, gerekse böyle bir kulübe içinde elli milyonluk bir taşla başbaşa kalmak istememesi hususundaki mazereti dolayısiyle, derhal kalkıp gitmek düşüncesi üzerinde ısrar etti.

İşte bu sebepledir ki, Jacobus Vandergaart, üzerinde «İş için bir müddet bulunmıyacaktır» ibaresini havi bir levhayı kapısına asarak, âlât ve edevatını eski meşin çantası içinde topladıktan sonra, elması, yeleğinin cebine, kapının anahtarını da caketinin cebine koydu ve kalkıp gitti.
büyük boyut için tıklayın

Cyprien, Bloemfontein yolu üzerinde, ona iki, üç mil kadar refakat etti ve ancak ihtiyar adamın ricası üzerine kendisinden ayrıldı.

Genç mühendis, meşhur keşfi hakkında Mis Watkins’e belki malûmat verebileceğini düşünerek evine döndüğü vakit gece bir hayli kapanık idi.

Bu sırada, Matakit’in hazırlamış olduğu akşam sofrasına oturmadan evvel, çalışma masasına oturdu, Fen Akademisi umumî kâtibine gelecek posta ile göndermeği tasarladığı notu yazmağa koyuldu. Bu notta tecrübesinin bütün teferruatı hakkında inceden inceye izahat veriyor ve bundan sonra, bu güzel karbon kristalinin doğuşuna âmil olan reaksiyon hâdisesini tesbit eden bir nazariyeyi anlatıyordu. Bununla beraber, bu nazariyenin, keşfinin tam ve kat’î bir nazariyesi olacağı üzerinde iddiada bulunmuyor, hâdiseyi evvelâ ilim âlemine bildirmek istediğini söylüyordu.

Genç mühendis akşam yemeğini yemiş ve yatmıştı.

Cyprien, ertesi günün sabahı, evinden dışarı çıkıyor; çeşitli maden arazisi üzerinde düşünceli bir halde dolaşıyordu. O kadar tatlı ve samimî olmıyan bazı nazarlar, onu yolda karşılıyorlar; genç adam, büyük keşfinin, bir gün evvel John Watkins tarafından bildirildiği gibi, vereceği neticeleri unutmuş olmak dolayısiyle hiç bir şeyin farkında olmıyordu. Uzun veya kısa bir zaman içinde, Griqualand’daki bütün madencilerin, imtiyaz sahiplerinin felâkete uğrıyacakları açıkça görülüyordu. Böyle yarı vahşi bir memleket içinde, çalışmanın garantisi tehlikeye düştüğü vakit, ticaretin de tamamen felce uğraması dolayısile, muhakeme etmek ve kararı kendi elleriyle vermekten çekinmiyen gözü pek insanların yaşadığı bir memleket içinde, genç adamın vaziyeti cidden nazikti. Sun’î elmas imalinin pratik bir endüstri yaratması, Cenubî Afrika’da olduğu gibi, Brezilya madenlerindeki milyonlarca toprak altı serveti, bu sahada çalışan binlerce insanın feda edilmesi hesaba katılmaksızın, çare bulunmaksızın mahvolup gidecekti. Genç mühendisin tecrübesinin sırrını muhafaza edebilmesi imkânı şüphesiz ki vardı; fakat onun bu mevzu üzerindeki beyanatı gayet sarihti; bunu yapmamağa karar vermişti.

Diğer taraftan, John Watkins, geceleyin kâbuslar geçirmiş, milyarlar değerinde olup aklın kabul edemiyeceği kadar büyük elmasların rüyasını görmüştü. Annibal Pantalacci ile diğer madenciler, Cyprien’in yapmış olduğu bu keşfin, kendi hesaplarına işlettikleri elmas madenlerine büyük zarar vereceğini endişe ve hiddetle görüyorlardı. Watkins çiftliğinin sahibi ise, aynı vaziyette bulunmıyordu. Elmas kıymetinin düşmesi dolayısiyle, bütün madenlerin terkedilmesi ve bütün madenci halkının Griqualand topraklarından ayrılması halinde, çiftliğin kıymeti mühim nisbette azalacak, mahsulât öyle kolay kolay müşteri bulamıyacak, evler veya kulübeler kiracısız kalacak ve belki de günün birinde verimsiz bir hale gelecek olan bu diyardan uzaklaşmak lüzumu hâsıl olacaktı.

John Watkins, kendi kendine:

«Adam sende! diye söyleniyordu. O zamana gelinceye kadar daha bir sürü yıllar geçer! Elmas imali işi, Mösyö Méré’nin usulünde bile olsa, öyle kolay kolay pratik bir hale gelemez! Bu işde belki de bir tesadüf vardır! Fakat, bu işde tesadüf olsun veya olmasın, bu adamın elinde muazzam bir servet vardır ve o şekildeki tabiî bir elmasın değeri her halde elli milyondan aşağı değildir... Bu elmas sun’î olsa bile, kıymeti belki daha fazla tutmaktadır! Evet, her ne pahasına olursa olsun bu delikanlıyı tutmak lâzım! Bu muazzam keşfi her tarafa yaymasına mâni olmak için onu hiç olmazsa bir müddet tutmak lâzım! Bu taş, kat’î surette Watkins ailesi içine girmelidir. Bu elması yapan kimseyi tutmak meselesine gelince, işi zorbalığa bile bindirmeğe lüzum kalmadan, bundan daha kolay bir şey olamaz! Alice burada ne güne duruyor? Alice’in vasıtasiyle onu Avrupa’ya gitmekten alakoymanın yolunu biliyorum!... İcap ederse, kızımı vereceğimi vaadedeceğim!... Ve daha da icap ederse vereceğim!»

Müthiş bir hırsın tazyiki altında olan John Watkins’in işi bu dereceye kadar götüreceği muhakkaktı! Bütün bu meselede, yalnız kendini görüyor, ancak kendini düşünüyordu! İhtiyar hodbin, kızını düşündüğü vakit te, kendi kendine şunları söylüyordu:

«Ne olursa olsun, Alice’in şikâyette bulunmağa hakkı olmıyacak! Bu genç ve çılgın âlim, oldukça yakışıklıdır! Kızı sevmektedir ve öyle tasavvur ediyorum ki, kız da onun aşkına karşı hissiz kalmayacaktır! Şu hale göre, iki taze kalbi biribiriyle birleştirmekten daha iyi ne olabilir?... Hiç olmazsa, meselenin tamamiyle halledileceği zamana kadar, bu birleşmeyi onlara ümit ettirmek lâzımdır! Ey, patronum olan Saint John, şu Annibal Pantalacci ile arkadaşlarının canını ceheneme gönder... Artık onların bende bir işi kalmadı... Şimdi herkes kendi hesabına çalışacak!»

John Watkinis, kızının istikbali ile basit bir kristalize karbon parçasının müvazenetini temin maksadiyle ideal bir terazi kullanarak bu suretle muhakeme yürütüyor ve terazi kefelerini ayni seviyede tutabilmiş olmaktan dolayı da kendini mes’ut hissediyordu.

Ertesi gün, artık kararını vermiş bulunuyor; hiç bir şeyden endişe duymuyor, hedefine varmak hususunda yolunda karşısına çıkacak hiç bir engelden şüphelenmiyordu.

Her şeyden önce, kiracısını görmek lüzumu hâsıl oluyor; genç mühendisin her gün çiftliğe geldiğini bildiği için, bunun kolay olacağını düşünüyor; ayni zamanda rüyalarına kadar giren o efsanevî ve meşhur elması tekrar görmek istiyordu.

Mister Watkins, Cyprien’in evine giderek, sabah vakti genç adamı evinde bulmuştu.

Gayet keyifli bir eda ile:

— E, ne var ne yok, genç dostum, dedi. Geçen geceyi, yani şu büyük keşfinizden sonraki ilk geceyi nasıl geçirdiniz bakalım?

Delikanlı sert bir hareketle cevap verdi:

— Çok iyi geçirdim, Mister Watkins!

— Ne diyorsunuz? Uyuyabildiniz mi?

— Her zamanki gibi!

Mister Watkins tekrar sordu:

— Şu fırından çıkan bütün milyonlar uykunuzu kaçırtmadı mı?

Cyprien:

— Hiç bir suretle, diye cevap verdi. Şunu iyi anlamalısınız ki, Mister Watkins, bir elmas, tabiatin eseri olmak kayıt ve şartiyle milyonlar değerinde olabilir, bir kimyagerin icadından ne çıkar ki?..

— Evet... Evet, öyle, Mösyö Cyprien! Başkasını veyahut başka birçoklarını yapabileceğinizden emin mi siniz?... Bu sualime cevap verecek misiniz?

Cyprien, böyle bir tecrübede başına neler gelebileceğini, ne aksi tesadüflerle karşılaşabileceğini çok iyi bildiği için tereddüt gösterdi.

John Watkins:

— İşte görüyorsunuz! dedi. Cevap vermiyorsunuz ve veremezsiniz!... Bununla beraber, yeni bir tecrübe ve muvaffakiyete kadar, elmasınız muazzam kıymetini muhafaza edecektir!... Vaziyet böyle iken, bu elmasın sun’î bir taş olduğunu şimdiden ilân etmeğe ne lüzum var?

Cyprien cevap verdi:

— Size tekrar ediyorum, ben bu kadar ehem miyetli olan bir fennî ve ilmî meselenin sırrını saklıyamam!

John Watkins, belki dışarıdan duyulabilir endişesiyle susması için genç adama işaret ederek:

— Evet... Evet!... Biliyorum! dedi. Evet!... Evet! Bunu sonra konuşacağız!... Siz Pantalacci ile diğerlerinden çekinmeyiniz, onlarla meşgul olmayınız!... Keşfiniz hakkında bir şey söyliyemezler; çünkü menfaatleri bir şey söylememektir!... Bana inanınız... Bekleyiniz!... Ve bilhassa kızımla benim, muvaffakiyetinizden dolayı ne kadar mes’ut olduğumuzu düşününüz! Evet!... Çok mes’uduz!... Şu meşhur elması bir kere daha göremez miyim? Dün, o kadar tetkik etmeğe vakit bulamadım!... Lütfeder misiniz?

Cyprien cevap verdi:

— Yanımda değil!

Bu söz üzerine şaşkın bir hale giren Mister Watkins:

— Her halde Fransa’ya gönderdiniz! diye bağırdı.

— Hayır... Henüz göndermedim!... İşlenmemiş bir halde iken güzelliği üzerinde bir hüküm verilemez! Müsterih olunuz!

— Aman Yarabbi, kime verdiniz?

— Tıraş etmesi için Jacobus Vandergaart’a verdim ve bu adamın da bu taşla beraber nereye gittiğinden haberim yok!

Hakikaten müthiş bir gazaba gelen John Watkins:

— Böyle bir elması bu deli ihtiyara mı tevdi ettiniz? diye bağırdı. Efendi, buna bunaklık derler! Siz aklınızı kaçırmışsınız!

Cyprien cevap verdi:

— Ne telâş ediyorsunuz? Ne çıkar bundan? Kıymeti en aşağı elli milyon tutan bir yalancı elması almış olan Jacobus’tan yahut ta her hangi başka bir kimseden ne istiyorsunuz? Onu gizlice satmasını mı düşünüyorsunuz? Bu iş o kadar kolay mı?

Mister Watkins, bu doğru söz karşısında bir şey söyliyememişti. Bu kadar yüksek kıymette bir elmas, elbette ki kolay kolay satılamazdı. Bununla beraber, çiftçi pek rahat değildi; içini bir kurt kemiriyordu. Bu tedbirsiz Cyprien, bu kıymetli elması şu ihtiyar adama vermemeli idi.

Jacobus Vandergaart, bir aylık müddet istemişti. John Watkins, bu adamın gelmesini ne kadar sabırsızlıkla bekliyecekti. Hem de arada ne kadar da uzun bir zaman vardı!

Geçn günler zarfında, Annibal Pantalacci, Herr Friedel, Yahudi Nathan, ihtiyar san’atkârın evini yoklamakta kusur etmiyorlar; Cyprien’in bulunmadığı sıralarda ekseriya bu mevzu üzerinde konuşuyorlar; zamanın geçmekte olduğunu ve Jacobus Vandergaart’ın hâlâ görünmediğini John Watkins’e hatırlatıyorlardı.

Friedel:

— Griqualand’a ne diye dönsün? diyordu. O kadar muazzam bir kıymet ihtiva eden ve sun’î olduğu hakkında henüz kimseye bir şey sezdirilmemiş olan böyle bir elması yanında alakoyması gayet kolay değil midir?

Mister Watkins, genç mühendisin söylediği, fakat şimdi içinin rahatlığına pek kâfi gelemediğini hissettiği o sözü tekrarlıyarak cevap verdi:

— Onu satamaz ki!

Nathan:

— Güzel bir sebep! dedi.

Annibal Pantalacci:

— Evet, güzel bir sebep! diye ilâve etti. Bana inanınız ki, ihtiyar timsah, şu saatte, bir hayli uzaktadır! Taşın şeklini değiştirmek ve tanınmıyacak bir hale koymak bilhassa bu adam için gayet kolay bir iştir! Siz daha rengini bile bilmiyorsunuz! Elması dörde veyahut altıya bölerek bunları oldukça iri boyda yapamaz mı?

Bu münakaşalar, Jacobus Vandergaart’ın artık meydana çıkmıyacağım düşünmeğe başlıyan Mister Watkins’in dimağını darma dağın ediyordu.

İhtiyar san’atkârın namuskârlığına inanan yalnız Cyprien oluyor ve tesbit edilmiş olan günde geleceğini kat’iyetle söylüyordu.

Jacobus Vandergaart, kırk sekiz saat evvel dönmüştü. İşe vermiş olduğu ehemmiyet ve bu iş üzerindeki gayreti o kadar büyüktü ki, yirmi yedi günde elması tıraş etmişti. Elması bileme taşından geçirmek ve cilâsını yapmak için geceleyin evine dönmüş ve yirmi dokuzuncu günün sabahı, Cyprien, onu evinde bulmuştu.

Karşılaştıkları vakit, masa üzerine küçük bir tahta kutu koyarak:

— İşte taş, dedi.

Cyprien kutuyu açar açmaz gözleri kamaşmış bir halde kaldı.

Pamuktan bir yatak üzerinde, on iki yüzlü main şeklinde iri ve siyah bir kristal, bütün lâboratuvarı aydınlatmış gibi gayet parlak ışıklar saçıyordu.

Jacobus Vandergaart, bir baba gururiyle:

— Bu taş, yalnız, en büyük bir elmas değil, ayni zamanda dünyanın en güzel bir elmasıdır! dedi. Dört yüz otuz iki kırat çekmektedir! Böyle bir şaheser vücuda getirmiş olduğunuzdan dolayı ne kadar övünseniz yeridir, evlâdım, tecrübeniz büyük bir muvaffakiyetle neticelenmiştir!

Cyprien, ihtiyar san’atkârın iltifatlarına verecek bir cevap bulamadı. O, nihayet dikkate şayan bir keşfin sahibi idi. Bu sahada da bir çok kimseler çalışmışlar; fakat gayri uzvî kimya sahasında çalıştıkları için muvaffakiyet temin edememişlerdi. Şimdi ortada başka bir mesele vardı. Bu sun’î elmasın imali işi, insanlık âlemine ne suretle faydalı olabilecekti? Bu keşfin, muayyen bir zaman içinde gelişmesi halinde, kıymetli taşlar üzerinde ticaret yapmakla geçinen birçok kimseleri mahvetmesi ve bundan başka, hiç kimseyi de zengin etmemesi kaçınılması imkânsız bir akıbet olmıyacak mı idi?

Genç mühendis, bütün bunları düşünürken, keşfini yaptıktan sonra geçen ilk saatler zarfındaki heyecanlı haline dönüyordu. Jacobus Vandergaart’ın elleri arasından gayet mükemmel surette çıktığı halde, bu elmas, şimdi ona, kıymetsiz bir taş gibi görünüyordu.

Cyprien, içinde misilsiz bir halde pırıl pırıl yanan taşın bulunduğu kutuyu aldı ve ihtiyarın elini sıktıktan sonra, Mister Watkins’in çiftliğine yollandı.

Çiftçi, Jacobus Vandergaart’ın imkânsız gibi görünen avdetini bekliyerek, daima endişeli, daima telâşlı bir halde, odası içinde bulunuyordu. Kızı yana başında duruyor, onu elinden geldiği kadar teskine çalışıyordu.

Cyprien kapıyı itti ve eşik üzerinde bir, iki saniye kadar durdu.

John Watkins, sür’atli bir hareketle yerinden fırlıyarak:

— Ne haber? diye sordu.

— Jacobus Vandergaart, bu sabah geldi!

— Elmasla beraber mi?

— Evet, elmasla beraber... Gayet mükemmel tıraş etmiş... Taş dört yüz otuz iki kırat gelmektedir!

John Watkins, kendini tutamıyarak:

— Dört yüz otuz iki kırat! diye haykırdı. Yanınızda mı?

— İşte.

Çiftçi, kutuyu aldı, açtı, elmasın parlaklığı karşısında iki iri gözü süzülür, kapanır gibi oldu. Sonra, onu parmakları arasına aldı, hayranlığı bir kat daha arttı.

Mister Watkins, ağlar gibi ses çıkarıyor ve sanki canlı bir mahlûka hitap ediyormuş gibi, titrek bir sesle söyleniyordu:

— Ah, güzel, nefis, muhteşem taş!... Nihayet geldin cici taş!... Ne kadar parlaksın!... Ne kadar da ağırsın!... Kim bilir ne kadar da altın değerindesin!... Güzelim, acaba seni ne yapacaklar? Seni göstermek, hayranlıkla seyrettirmek için Cap’a. oradan da Londra’ya mı gönderecekler?... Fakat seni satın alabilecek kadar zengin var mı acaba?... Kraliçe bile böyle bir lüksü kendine muvafık görmez!... İki, üç yıllık iradı seni, satın almağa ancak yetebilir!... Parlâmentodan bir müsaade alarak, seni millî hazineye sokmak lâzım gelecek!... Merak etme, bunu yapacaklar!... Sen de Londra’ya gidecek ve yanı başında küçük bir çocuk gibi kalacak olan Koh-i-noor’un yanında uyuyacaksın!... Daha ne istersin, güzelim?

Mister Watkins, bundan sonra kendini zihnî bir hesaba veriyordu:

— İkinci Katerina tarafından Çar elması için peşin para olarak bir milyon ruble ödenmişti. Bunun için de bir milyon İngiliz lirası istemekte her halde mübalâğa olmaz!

Anî bir fikir gelmiş gibi:

— Mösyö Méré, dedi. Böyle bir taş sahibinin Lordlar Kamarası âzalığına yükselmesinin lâzım geleceğini düşünmez misiniz? Bütün meziyet sahibi insanlar yüksek mecliste bulunmak hakkına malik oldukları için, bu boyda bir elmasa sahip olmak ta elbette ki alelade bir meziyet değildir!... Gel, kızım, bak!... Böyle bir taşı hayranlıkla seyretmek için iki göz kâfi değildir!

Mis Watkins, ömründe ilk defa olarak, bir elmasa azıcık alâka ile baktı. Taşı pamuktan yatağı üzerinden yavaşça alarak:

— Hakikaten çok güzel!... dedi. Bir kömür parçası gibi, fakat ateş halindeki bir kömür parçası gibi parıldıyor!

Sonra, kendisi yerinde olan bütün genç kızların yaptığı gibi, bir sevki tabiî hareketiyle, şöminenin üstüne konmuş olan boy aynasına yaklaştı; güzel mücevheri alnının üstüne gelmek üzere kumral saçlarının arasına koydu.

Cyprien, mutadı hilâfına olarak şairane bir teşbihte bulunmak istiyerek:

— Altından çerçeve içinde bir yıldız! dedi.

Alice, neş’e ile ellerini çırparak bağırdı:

— Doğru!... Buna bir yıldız demeli! Evet, ona bu ismi koymak lâzım!... Cenup Yıldızı diyelim!... İster misiniz bu ismi, Mösyö Cyprien? Bu diyarın yerli güzellikleri gibi siyah ve cenup semamızın yıldızları gibi parlak değil mi?

İsime pek o kadar ehemmiyet vermiyen John Watkins:

— Pekâlâ, ismi Cenup Yıldızı olsun! dedi, Sonra, genç kızın anî bir sarsıntı hareketi üzerine, korku ile:

— Yalnız dikkat et, elinden düşmesin! dedi. Yoksa, cam gibi kırılır!

Alice, elması, oldukça hor görür bir hareketle kutusuna koyarken:

— Sahi mi? Bu kadar nazik mi? dedi. Zavallı yıldız, demek sen de ancak süs için bir yıldızsın, adî bir sürahi kapağı!

Mister Watkins, nutku tutulmuş gibi:

— Bir sürahi kapağı mı? Hey, Yarabbi, çocuklar hiç bir şeye saygı göstermiyorlar!... diye kekeledi.

Bunun üzerine genç mühendis:

— Mis Alice, dedi, sun’î elmas imali meselesinin hal çaresini araştırmak hususunda beni teşvik eden siz oldunuz! Şu taş bütün varlığını size borçludur!... Nereden çıktığı öğrenildiği vakit hiç bir ticarî kıymeti kalmıyacak olan bu taşın benim nazarımdakl değeri nihayet bir ziynet eşyası oluşudur! Çalışmalarım üzerindeki hayırlı nüfuzunuzun bir hatırası olmak üzere size onu, takdim etmeme babanız her halde razı olacaktır!

Bu hiç beklenilmedik teklif karşısında şaşıran, ne diyeceğini bilemiyen Mister Watkins:

— Ya! diye bir ses çıkardı.

Cyprien devam etti:

— Şu elmas size aittir, Mis Alice!... Onu size takdim ediyorum.... Onu size veriyorum! Mis Watkins, cevap olmak üzere, delikanlıya elini uzattı ve delikanlı bu eli, kendi elleri arasında hafifçe sıktı.

önceki bölümiçindekilersonraki bölüm