CENUP YILDIZI

Jules Verne




XVIII


Cyprien ile Li, bu müthiş hâdiseden sonra, ancak bir şey düşünüyorlardı, o da, bu feci hâdisenin vuku bulduğu mevkiden kaçmaktı.

Bunun üzerine, şimale doğru gitmek suretiyle çalılık içinden bir saatten fazla yürüdüler ve hemen hemen kurumuş olan bir sel yatağına vardılar.

Burada onları bir sürpriz bekliyordu. Bu sel yatağı, oldukça geniş bir göle doğru gidiyor ve gölün kenarı, o ana kadar gözden maskelenmiş olan gayet bol bir nebatlar âlemini ihtiva ediyordu.

Cyprien, gölün kenarına gitmek maksadiyle geri dönmek istedi ise de, göl kenarları çok sarp olduğu için bu tasavvurundan vaz geçti. Zaten buna imkân da yoktu; çünkü, gelmiş olduğu yoldan geri dönmek, Matakit’i bulmak hususundaki ümidi kesmek olurdu.

Bununla beraber, gölün mukabil taraf sahili üzerinde, oldukça yüksek dağlardan müteşekkil bir sürü dalgalı arazinin biribiriyle birleştiği tepeler yükseliyordu. Cyprien, bu yüksek mevkilerden birinin tepesine çıkmakla etrafı görebilmeği ve bundan sonra bir plân hazırlamağı düşündü. Li ile beraber gölün etrafından yürümeğe başladı. Yol olmaması bu işi çok güçleştiriyordu. Kuş bakışı olarak yedi, sekiz kilometrelik bir mesafeyi üç saatten fazla bir zaman zarfında aştılar. Nihayet, gölü dönerek ve mukabil taraf sahilindeki hareket noktası seviyesine hemen hemen indikleri vakit, gece bastırmak üzere idi. Yorgunluktan pek bitik bir halde oldukları için, bu mevkide konaklamağa karar verdiler. Fakat yanlarında pek az vasıta bulunması dolayısiyle, bu konaklamanın kendileri için fazla bir rahatlık temin edemiyeceğini düşündüler. Bununla beraber, Li, mutat gayretini göstererek bu işle meşgul oldu; işini bitirdikten sonra, efendisinin yanına geldi.

Kulağa hoş gelen ve ayni zamanda insana sükûnet veren tatlı sesiyle:

— Küçük baba, dedi. Sizi pek yorgun görüyorum! Yiyeceklerimiz tamamen tükenmiş gibi! Müsaade ediniz de, yakınlardaki bir köye gidip yiyecek tedarik edeyim... Yardımımıza gelmeği her halde reddetmezler.

Cyprien, önce:

— Beni bırakıp gidecek misin, Li? diye bağırdı.

Çinli cevap verdi:

— Öyle lâzım; geliyor, küçük baba! Zürafalardan birini alacağım ve şimal cihetine doğru gideceğim!... Lopep’in bize bahsetmiş olduğu şu Tonaia’nın baş şehri, şimdi artık pek uzağımızda olmasa gerek... Sizi iyi kabul etmeleri için teşebbüse girişeceğim. Ondan sonra, Griqualand’a döneriz!

Genç mühendis, sadık Çinlinin teklifini düşünüyordu. Bir cihetten, eğer zenci tekrar bulunabilecek olursa, onun bir gün evvel görmüş oldukları mıntakada bulunabileceğini ve bunun için de bu mıntakadan ayrılmamanın lâzım geldiğini anlıyor; diğer cihetten ise, şimdi artık kifayetsiz bir hale gelmiş olan yiyecek ihtiyaçlarını temin etmenin icap ettiğini düşünüyordu. Bu itibarla, her ne kadar canı sıkıldı ise de, Li’nin kendisinden ayrılıp gitmesine karar verdi ve kendisinin bu mevkide, kırk sekiz saat kadar bekliyeceği kararlaştırıldı. Çinli, bu kırk sekiz saatlik zaman zarfında, sür’atli zürafasına binmiş olarak, bu mıntakadan geçerek gidecek ve aynı yoldan konak mevkiine dönecekti.

Li, bir saniyelik vakit kaybetmek istemiyordu. İstirahat meselesine gelince, bunu çok az düşünüyordu! O, icabında uykudan vaz geçmesini de bilen bir adamdı! Cyprien’in elini öperek vedada bulundu; zürafasmı tuttu, hayvanın üzerine atladı ve gecenin karanlığı içinde ortadan kayboldu.

Cyprien, Vandergaart-Kopje’den hareketinden beri ilk defa olarak, çölde yalnız başına bulunuyordu. Derin bir teessür duyuyor ve battaniyesine sarıldığı vakit, en kötü vehimlere kapılmaktan kendini menedemiyordu. Yiyecek ve cephane namına hemen hemen bir şey olmaksızın, tek başına kalmış bir vaziyette, medenî bölgelere yüzlerce fersah uzak mesafede olan böyle meçhul bir diyarda sonu ne olacaktı, acaba ne hallere girecekti? Matakit’e yaklaşmak, şimdi artık çok zayıf bir şans işi idi! Yoksa, haberi olmadığı halde, ondan nihayet yarım kilometrelik bir mesafede mi bulunuyordu? Sefer, ne kadar feci hâdiselere maruz kalmış ve her yüz milde olmak üzere, bu sefere iştirak etmiş olan azadan her birinin hayatına nasıl mal olmuştu!... Şimdi sıra kendisinde idi!... Acaba o da diğerleri gibi, çok fecî bir şekilde mi ölecekti? Hayatı, böyle sefil bir ölümle mi sönecekti?

Cyprien, bu gibi hazin düşüncelere saplanmış olmakla beraber, yine uyumaktan kendini alamadı.

Uyandığı vakit, sabah serinliği ve vücudunun dinlenmiş olması, düşüncelerine başka bir istikamet verdi. Nefsine itimat eder gibi oldu. Çinlinin dönüşünü beklerken, eteğinde durduğu yüksek tepeye çıkmağa karar verdi. Buradan, diyarın her tarafını geniş surette görebilecek ve belki de dürbünü vasıtasiyle, Matakit’in izini bulabilecekti. Fakat, bu tepeye çıkış işi için zürafasından ayrılmak zorunda idi; çünkü bu hayvanın tepeye tırmanmasına imkân yoktu. Zaten hiç bir tabiiyeci, dört ayaklılar sınıfını, tırmanıcı hayvanlar sınıfına koymamıştı.

Cyprien, Li tarafından yapılmış olan eğeri hafifçe çözdü ve hayvanı, bol otlu bir yerde rahat rahat otlaması için uzun bir iple bir ağaca bağladı. İpin uzunluğuna, boyunun uzunluğu da ilâve olunuyorsa da, bu güzel hayvancağızın hareket sahası yine pek o kadar geniş olamıyordu.

Cyprien, bu işleri tamamlayınca, tüfeğini bir omuzuna, battaniyesini de diğer omuzuna aldı; zürafasını dostane bir tarzda okşayıp vedada bulunduktan sonra dağa çıkmağa başladı.

Bu dağa çıkış, hem uzun ve hem de zahmetli oldu. Bütün gün, yalçın ve sarp yamaçları tırmanmak, aşılması imkânsız kayaların etrafından dönmekle geçti.

Gece bastırdığı vakit, Cyprien, henüz yarı yolda bulunuyordu ki, çıkışa devam etmek için ertesi günü beklemesi lâzım geliyordu.

Gün doğarken, Li’nin mola mevkiine henüz dönmemiş olduğunu gördükten sonra, çıkışa devam etti ve sabahın on birine doğru dağın tepesine vardı.

Hava vaziyeti bir hayli kötüleşmişti. Gökyüzü bulutlarla kaplı idi. Dağın aşağı yamaçlarında koyu sisler dalgalanıyordu. Böyle bir vaziyet karşısında Cyprien’in sisi delerek yakındaki vadileri gözden geçirmesine imkân yoktu. Bütün memleket, sis ve bulutlar altında kayboluyordu. Cyprien, sisin dağılmasını yahut geniş ufukları kendisine gösterecek olan hafif bir açıklığın hâsıl olmasını ümit ederek bekledi. Fakat, bu beklemesi faydasız oldu. Gün ilerledi; bulutlar gitgide daha fazlalaştı ve gecenin yaklaşmasiyle beraber, hava yağmura döndü.

Genç mühendis, altına sığınılacak tek ağacı, arasında barınılacak tek kayası olmıyan çıplak bir tepe üzerinde çok fena bir havaya yakalanmıştı. Her bir tarafı çıplak bir yayla olduğu için saklanacak, kendisini koruyacak bir yer bulamıyor; gecenin karanlığı bastırırken, yavaş yavaş yağan hafif bir yağmur, battaniyesine, elbiselerine nüfuz ederek cildine kadar geçiyordu.

Durum, nazik bir hal alıyor ve bununla beraber bu durumu, ister istemez, olduğu gibi kabul etmek lâzım geliyordu. Bu şartlar içinde aşağıya inmenin tam mânasile bir çılgınlık olacağını düşünen Cyprien, yağmurun kemiklerine kadar geçmesini tevekkül ile karşılıyor ve ertesi gün, bol bir güneş ziyası altında kurunabileceğini ümit ederek, vaziyete pek aldırış etmiyordu.
büyük boyut için tıklayın

Cyprien, bu serin duş altında ilk anın heyecanını geçirdi. Et konservesi kutusunu açarak karnını doyurmağa başladı. Yağmurun yaptığı serinlikten vücudu ağırlaştı. Bir, iki saat sonra, ıslak battaniyesini katlayıp iri bir taşın üzerine örterek başını bunun üzerine koydu ve uyumağa muvaffak oldu. Sabah olup uyandığı vakit, bütün vücudunun şiddetli bir ateşle yandığını hissetti. Mahvolacağını anlıyarak, artık kuvvetli şekilde yağmakta olan böyle bir yağmurun duşuna uzun müddet dayanmamasının lâzım geldiğini düşündü; gayretle ayağa kalktı; tüfeğine bir baston gibi dayandı ve dağdan aşağı inmeğe başladı. Kâh kayarak, kâh ıslak kayalardan aşağı yuvarlanarak, harap olmuş bir halde yoluna devama muvaffak oldu ve nihayet gün ortalarına doğru zürafayı kendi başına bıraktığı mola mevkiine vardı.

Hayvan, hiç şüphesiz yalnızlıktan sıkılarak ve belki de açlıktan fena bir vaziyete düşerek kalkıp gitmişti. Açlıktan dolayı gitmiş olması pek muhtemeldi; zira ipinin müsaadesi nisbetindeki hareket sahasında bulunan otlar tamamen bitmişti. Otlar bitince de kendisini tutan ipe müracaat ettiği ve ipi kemirdikten sonra serbest kaldığı muhakkaktı,

Cyprien’in normal bir vaziyette olması halinde, kötü şansın bu yeni darbesinden fazlasiyle müteessir olacağı pek tabiî idi; fakat, yorgunluğu ona bir şey düşündürmüyordu. Mola mevkiine gelmesiyle, su geçmez arka çantasına atıldı; içinden kuru elbise çıkararak arkasına geçirdi ve yorgunluktan bitik bir halde kamp mahallini gölgeliyen bir baobab ağacının altına ölü gibi serildi.

O andan itibaren, yarı uyku halinde olmak üzere, şiddetli bir ateşin tesiriyle kâbuslar görmeğe başladı. Artık hiç bir şey düşünemiyecek, hatırlıyamıyacak bir halde idi. Hayalinde biribirini tutmaz tatlı rüyalar ve üstüste gelen kâbuslar vardı. Dimağında bin bir türlü vakalar cereyan ediyordu. Paris’i, Maden Mektebini, aile yuvasını, Vandergaart-Kopje çiftliğini, Mis Watkins’i, Annibal Pantalacci’yi, Hilton’u, Friedel’i, fil sürüsünü, Matakit’i, ucu bucağı olmıyan bir gökyüzünde uçuşan kuşları görüyor; bütün hatıraları, bütün ihtisasları, bütün antipatileri, bütün sevgi hisleri karma karışık bir muharebe gibi dimağını altüst ediyordu. Nöbetin yapmış olduğu bu değişik rüyalara bazan haricî ihsaslar da karışıyor; bir fırtına içinde çakal ulumaları, yaban kedileri miyavlamaları, sırtlan sesleri duyuyor gibi oluyordu. Şuuruna hâkim olamıyan bu hasta adam, hezeyanının romanını takip ediyor; bir tüfek sesi duyar gibi oluyor; bunun arkasından derin bir sessizlik husule geliyordu. Daha sonra, cehennemî konser tekrar başlıyor ve daha uzun olarak devam ediyordu.

Sabah olduğu vakit, artık yağmur yağmıyor ve güneş ufuktan doğru oldukça yükselmiş bulunuyordu. Cyprien, gözlerini açmıştı. Fazla bir tecessüs duymaksızın etrafına bakmıyor; kendisine iki, üç adım kadar yaklaşmış olan iri boylu bir deve kuşunu görüyordu.

Daima sabit fikri üzerinde durarak, kendi kendine:

— Acaba bu, Matakit’in deve kuşu mu? diye sordu.

Fakat, kuş, genç adamın bu sorgusunu duymuş gibi, Fransızca olarak cevap verdi:

— Yanılmıyorum!... Cyprien Méré!... Zavallı arkadaşım, senin burada ne işin var?

Bir deve kuşu Fransızca konuşuyor ve genç adamın ismini biliyordu. Bundan daha ziyade şaşılacak ne olabilirdi? Maamafih, Cyprien, bu garip hâdiseyi gayet tabiî karşılıyor; çünkü, geçen gece esnasında, gördüğü kâbuslar dolayısiyle bu gibi tuhaflıklara alışmış bulunuyordu. Bu halin, aklî muvazenesinin bir hayli sarsılmış olmasından ileri geldiğini kabul ediyordu.

Cevap verdi:

— Hiç te nazik değilsiniz, bayan deve kuşu! dedi. Benimle böyle senli, benli konuşmak hakkını nereden buluyorsunuz?

Genç mühendis, nöbet tutmuş hastaların sert sesiyle konuşuyor ve deve kuşu ise çok müteessir olmuş gibi görünüyordu.

Nihayet, genç adamın yanı başında diz çökerek, yüksek sesle:
büyük boyut için tıklayın

— Cyprien!... Dostum!... dedi. Hastasın ve bu çölde yalnız başına bulunuyorsun!

Bir deve kuşunun konuşması imkânsızdı; çünkü, tabiat böyle bir hayvana konuşma cihazı vermemişti. Fakat, Cyprien, bütün vücudunu saran ateş içinde bunu düşünecek halde değildi. Hattâ, deve kuşunun sol kanadını kaldırıp altından serin su ile dolu bir matra çıkarmasını ve matradaki sudan bir küçük kupaya bir miktar koyarak kupayı dudaklarına tutmasını çok basit bir hareket gibi telâkki etti.

Yalnız, bu acaip hayvanın, üzerindeki postu yere atmak suretiyle ayağa kalktığını görünce şaşaladı. Deve kuşu, süslü tüylerinden ve uzun boynundan sıyrılınca, altından iri boylu, güçlü kuvvetli bir adam, meşhur avcı Pharamond Barthès çıktı.

Pharamond, yüksek sesle:

— Evet, benim! dedi. Sesimden tanımadın mı? Şeklimden hayrete düşmüş gibisin?... Benim bu halim, hakikî deve kuşlarını kolayca tuzağa düşürmek için zencilerden öğrendiğim bir hiledir!... Fakat, senden bahsedelim, zavallı dostum!... Sen böyle burada, hasta ve yalnız başına olmak üzere ne münasebetle bulunuyorsun?... Bu taraflarda avlanırken, sana rastlamış olmaklığım çok iyi bir şans eseridir... Buralarda ne yaptığını, ne aradığını bilmiyorum!

Cyprien, konuşacak bir halde olmadığı için, bir takım işaretlerle arkadaşına şöyle böyle bir malûmat vermeğe gayret etti. Pharamond Barthès, arkadaşının çok hasta olduğunu derhal anlıyarak, elinden geldiği kadar hastalığı önlemek maksadiyle tedbir almağa başladı. Çöllerde çok uzun tecrübeler görmüş olmak ve zavallı arkadaşının maruz kaldığı yüksek ateş gibi nöbetleri kesmek için zencilerden öğrenmiş olduğu tedavi usulünü hemen tatbike geçti. Toprak içinde bir nevi çukur kazmağa başlıyarak bu çukurun içine odunlar doldurdu ve dışarıdaki havanın çukura girmesine imkân vermek üzere de bir delik açtı. Odunları tutuşturup tamamen yaktıktan sonra, çukur hakikî bir fırın halini aldı. Pharamond Barthès, Cyprien’i iyice sarıp, başını dışarıda bırakmak suretiyle çukurun içine yatırdı. On dakikalık bir zaman geçmemişti ki, hastadan dehşetli bir ter boşanmağa başladı.

Cyprien, bu etüv içinde rahat bir uykuya dalmakta gecikmedi.

Gün batarken, gözlerini açan hasta, kendini iyi hissediyor ve yemek istiyordu. Becerikli arkadaşı, derhal harekete geçerek, vurduğu av hayvanlarından ve çeşitli nebatlardan mükemmel bir çorba hazırladı. Kızarmış bir yaban ördeği budu, içine konyak karıştırılmış bir fincan su, yemeği teşkil etti ve bu yemek, Cyprien’in kuvvetini yerine getirdi ve dimağını karartan dumanları dağıttı.

Hastanın yemek yemesinden takriben bir saat sonra, kendi yemeğini yiyen Pharamond Barthès, genç mühendisin yanına oturdu ve o havalide yalnız başına, bilhassa o garip kıyafetle nasıl bulunduğunu anlatmağa başladı.

— Yeni bir av peşinde koşmak için nelere katlandığımı bilirsin, dedi. Altı aydanberi, bir sürü fil, yaban eşeği, zürafa, arslan vesair tüylü hayvanları avladım. Buraya kadar şu benim Basutolarla seyahat ettim ve bu adamları pek ucuza kullandım. Son zamanlarda bu memleketin büyük şefi olan Tonaia tarafından misafir edildim. Arazisi üzerinde avlanmam için kendisinden müsaade aldım. İskoçyalı bir lord kadar kıskanç olduğu için bana biraz müşkülât çıkardı. Komşu kabilelerden birine karşı yapmağı tasarladığı bir sefer için, Basutolarımla dört tüfeğimi kendisine ödünç olarak vermeğe razı oldum. Aramızda derin bir dostluk husule geldi. Kollarımızda bir sıyrık yaparak bu sıyrıklardan çıkan kanı emdik. Artık bundan sonra Tonia ile ben, ölünceye kadar dost kalacağız! Bu vaziyetten emin olduktan sonra, dün, kaplan ve deve kuşu avına çıktım. Geceleyin kaplanın gelmesini temin için, bir gün evvel vurmuş olduğum bir yaban öküzünün yanına bir tuzak kurdum. Taze etin kokusuna dayanamıyan hayvancağız, randevuya gelmekte kusur etmedi; fakat, ne yazık ki, iki, üç yüz kadar çakal, sırtlan, yaban kedisi de ayni arzuya kapılmış olacaklar ki, pek âhenksiz bir konsere başladılar. Çıkardıkları sesler, bulunduğum yere kadar geldi!

Cyprien cevap verdi;

— Ben, de işitir gibi oldum. Hattâ bu konserin benim şerefime verildiğini zannettim.

Pharamond Barthès:

— O kadar değil, dostum! dedi. Konser, sağ tarafa açıldığını gördüğün şu vâdinin dibindeki yaban öküzü şerefine verildi. Gün doğduğu vakit bu iri hayvanın kemiklerinden başka bir şey kalmadı! Sana göstereceğim! Güzel bir anatomi tetkiki olur!... Hattâ kaplanımı da göreceksin... Afrika’da avlanmağa başladığımdan beri vurduğum en güzel bir hayvan! Postunu yüzdüm... Bu post şimdi bir ağaç üzerinde kurumaktadır!

Cyprien sordu:

— Peki amma, bu sabah üzerindeki o acaip kıyafet ne idi kuzum?

— Bu bir deve kuşu kostümü idi. Evvelce de söylediğim gibi, zenciler, çok ürkek ve üzerine ateş edilmesi pek zor olan bu hayvanlara yaklaşmak için bu hileye sık gık baş vururlar!... Amma sen bana mükemmel bir tüfeğim olduğunu söyliyeceksin!... Öyle ya, böyle bir tüfek olduktan sonra bu gibi hilelere ne lüzum var? Fakat ne çare, keyif meselesi... Zenci usulüne göre avlanmaktan, hoşlanıyorum!... Bu vesile ile sana rastlamış oldum, öyle değil mi?

Cyprien, arkadaşının elini samimî bir tavırla sıkarak cevap verdi:

— Evet, öyle, Pharamond!... Eğer sen olmasaydın, ben şimdi bu dünyada yoktum!

Genç mühendis, şimdi etüvünden dışarı çıkmış bulunuyor ve arkadaşının baobab dibine yaymış olduğu yumuşak otlardan yapılmış yatağında yatıyordu.

Avcı yerinde duramıyarak vâdiye inmiş ve daima yanında taşıdığı küçük çadırını bir çeyrek saat sonra getirerek, sevgili hastasının üzerine kurmuştu.

Bir aralık:

— E, dostum Cyprien, dedi, şimdi artık senin maceranı dinliyelim... Anlatırken yorulmaz isen!...

Cyprien, Pharamond Barthès’in gayet tabiî olan bu merakını tatmin için, hikâyesini anlatmakta derin bir arzu duyuyordu. Hülâsa halinde olmak üzere, başından geçen bütün vakaları sırasiyle ve birer birer anlatmağa başlıyor ve Pharamond Barthès, son derecede bir dikkatle dinliyordu.

Cyprien’in Bardik’i tarif ederek böyle bir genç zenciyi görüp görmediği hakkında sorgusuna, meşhur avcı menfî cevap verdikten sonra:

— Fakat, diye ilâve etti, senin hayvanın olması muhtemel bulunan başıboş bir at buldum!

Barthes, bu atın ne suretle eline geçtiğini Cyprien’e anlatmak için;

— İki gün evvel, benim Basutolardan üç kişi ile birlikte, cenup dağlarında avlanıyordum, dedi. Birdenbire, üzerinde eğeri olmıyan kır renkli güzel bir atı yolda gördüm. Hayvan, ne yapacağını şaşırmış bir halde idi. Çağırdım; bir avuç şeker uzattım hemen bana doğru geldi. At, hakikaten mükemmeldi ve bir jambon gibi tuzlu idi.

Cyprien:

— Benim attır! diye bağırdı. Templar’dır!

Pharamond Barthès:

— O halde dostum, Templar yine senindir, diye cevap verdi. Bu hayvanı sana iade etmekle sonsuz bir haz duyacağım! Haydi bakalım, gecen hayırlı olsun, iyi uyu! Yarın, şafakla, buradan kalkıp gideceğiz!

Pharamond Barthès, bu sözleri söyledikten sonra, battaniyesine sarıldı ve Cyprien’in yanı başında uyudu.

Ertesi gün, Çinli, kampa bir sürü erzak ile dönmüş bulunuyordu. Pharamond Barthès, Cyprien’in uyanmasından evvel, olan biten şeyleri Çinliye anlatıp efendisine bakmasını tenbih ettikten sonra, kaybolmasından dolayı mühendisi bir hayli üzmüş olan atı getirmeğe gitti.

önceki bölümiçindekilersonraki bölüm