Söyleyiniz, mösyö, sizi dinliyorum. — Kızınız Mis Watkins’i hayat arkadaşı olmak üzere sizden istemekle şeref duyarım. — Alice’i mi? — Evet, efendim. Bu isteğim sizi hayrete düşürmüş gibi. Arzumun neden fevkalâde göründüğünü anlamakta biraz zorluk çekiyorsam da, bu hususta beni her halde mazur görürsünüz. Yirmi altı yaşındayım, ismim Cyprien Méré’dir. Politeknik mektebinden ikincilikle mezun olmuş bir maden mühendisiyim. Ailem, her ne kadar zengin değil ise de, saygı değer bir içtimaî mevkie sahiptir. Arzu buyurduğunuz takdirde, Cap’taki Fransız konsolosundan tahkikat yapabilirsiniz, Griqualand’da herkes gibi, sizin de gayet iyi tanıdığınız meşhur ve cür’etkâr avcı dostum Pharamond Barthès de bu hususta şahadet edebilir. Bendeniz burada Fen Akademisiyle Fransız hükümeti namına fennî bir vazife ile bulunuyorum. Geçen yıl, Auvergne’de, volkanik kayalıkların kimyevî teşekkülâtı üzerindeki çalışmalarım dolayısiyle, Enstitü’den Houdart mükâfatını aldım. Vaal elmas havzası hakkında yazmış olduğum hatıra notları hemen hemen bitmiş olmakla, bu eserimin ilim âlemi tarafından iyi karşılanacağını umuyorum. Vazifeden döndükten sonra, Paris’teki Maden Mektebine profesör muavini olarak tayin edileceğim. Hattâ Üniversite Caddesindeki bir apartmanın üçüncü katında bir daire de kiralamış bulunuyorum. Maaşım gelecek Ocak ayının birinci günü dört bin sekiz yüz franga çıkacaktır. Orası Peru değildir, bunu biliyorum; fakat, şahsî çalışmalarım, ekspertizler, akademi mükâfatları ve fennî mecmualardaki yazılarımla bu irat hemen hemen iki misli olacaktır. İlâve edeyim ki, zevklerim çok mütevazidir; mes’ut olmak için bütün gayretimle çalışacağım. Kızınızı hayat arkadaşı olarak istemekle şeref duyarım, efendim. Bu kısa nutkun kesin bir ifade ile söylenmesinden, Cyprien Méré’nin, her şeyde, hedefe dosdoğru varmak ve açık konuşmak itiyadında olduğunu anlamak gayet kolaydı. Genç adamın yüzü, konuşma tarzının husule getirmiş olduğu iyi intibaı kat’iyen bozmuyordu. Bu yüz, kısa ve lüzumlu zamanlarını medenî hayatın zevklerine pek az tahsis edip daima yüksek fen tetkikatiyle meşgul olan bir delikanlının yüzü idi. Alabros kesilmiş kestane rengindeki saçları kısa kesilmiş kumral sakalı, gri renkteki sade seyahat kostümü, içeri girerken, — muhatabının Anglo-Sakson tiplerinin, mutat kaygusuzlukla şapkasını başında tutmasına rağmen — bir iskemle üzerine terbiyeli bir hareketle koymuş olduğu hasır şapkası ile Cyprien Méré’nin ciddî bir adam olduğu anlaşılıyor; tatlı bakışlarından temiz bir kalbe ve yüksek bir vicdana sahip olduğu hissediliyordu. Bu genç Fransız, sanki Birleşik Krallığın en koyu İngiliz olan kontluklarında uzun zaman yaşamış gibi, İngilizceyi çok mükemmel bir tarzda konuşuyordu. Bir cin testisinin ve bu alkollü içki ile yarıya kadar doldurulmuş bir bardağın karşısında olmak üzere, bir ağaç koltuğa kurulmuş, sol bacağını bir hasır tabure üzerine uzatmış, dirseğini yapısı kaba bir masanın köşesine dayamış olan Mister Watkins, uzun bir pipoyu çekerek delikanlıyı dinliyordu. Bu adam, yelek ve kıravat olmaksızın, beyaz bir pantalon, mavi bezden kaba bir caket ve sarımtırak faniladan bir gömlek giymişti. Saçları aklaşmış olan başı üzerinde ebediyen oturmağa niyetli gibi görünen iri fötr şapkası altında, yuvarlak şekilde kırmızı ve enjeksiyon yapıldığını zannettirecek kadar şişkin bir çehre görünüyordu. Pek o kadar çekici olmıyan ve seyrek sakalı bulunan bu yüzde iki küçük gri göz nazarlara çarpıyor ve bu gözler sabrı ve iyilikseverliği pek ihsas edemiyordu. İnsan, Mister Watkins’i görünce, sol ayağını bezlere sarmak mecburiyetinde olmasından dolayı, onun nikristen fena halde ıstırap çektiğini anlıyabilirdi. Sahne, hattı üstüvanın cenubunda 29’uncu arz derecesiyle, Paris meridiyenine göre 22’inci şarkî tul derecesi arasında, Oranj devletinin batı hududu üzerinde, İngiltere’nin Cap müstemlekesi şimalinde, Cenup Afrikasının ortasında bulunan Mister Watkins çiftliğinde geçiyordu. Oranj nehri sağ kenarının büyük Kalahari çölünün cenup hududunu teşkil ettiği bu diyarın eski haritalar üzerindeki ismi Griqua diyarı, on senedenberi de «Diamonds-Field», yani elmas memleketi olarak tanınmakta idi. Bu diplomatça görüşmenin vuku bulduğu yer, bina dahilinin bazı teferruatındaki fakirlik dolayısiyle birkaç lüks mobilya ile süslenmiş bulunuyordu. Meselâ, zemin tamamiyle bastırılmış bir topraktan ibaretti; fakat bu toprak zemin, yer yer, kalın halılar ve kıymetli postlarla örtülmüştü. Her hangi bir renkli kâğıtla örtülmesine hiç lüzum görülmemiş olan duvarlarda, güzel bir asma saat, yapıları çeşitli silâhlar, çerçeveleri gayet hoş basma resimler bulunuyordu. Beyaz ağaçtan bir masanın yanında kadife örtülü bir kanape duruyor ve mutfak levazımı olarak her şeyin bulunduğu görülüyordu. Avrupa’dan getirtilmiş olan güzel ve rahat koltuklar, vaktiyle kendi elleriyle yontulmak suretiyle yapılmış eski bir kereveti tercih eden Mister Watkins’e boşu boşuna kollarını uzatıyorlardı. Bununla beraber, bazı kıymetli eşyaların gelişi güzel duruşu, bilhassa panter, leopar, zürafa postlarının bütün mobilye üzerine atılmış olarak karma karışık bir halde bulunması bu salona barbar bir ihtişam manzarası veriyordu. Nihayet bir zemin katından ibaret olan binanın başka katları yoktu. Memleketin diğer bütün yapılarında olduğu gibi, bu bina da bir kısmı ahşap, diger kısmı kerpiç olmak üzere inşa edilmiş ve çatısına yapraklar döşenmişti. Evin henüz yeni bitmiş olduğu görülüyordu. Bunu anlamak için de pencerelerin birinden başı dışarı çıkarıp sağa, sola bakmak, gitgide harap bir hale geldiği için terkedilmek mecburiyetinde kalınmış, beş, altı binayı görmek kâfi idi. Mister Watkins’e ait olan bu evler, biribiri ardından olmak üzere, zaman zaman inşa edilmiş, içinde oturulmuş ve sonra bırakılmıştı. Bu evlerden en uzakta olanı çimenli toprakla çok basit şekilde yapılmıştı ki böyle bir yapı ancak kulübe ismine lâyık olabilirdi. İkinci ev, balçık toprağından, üçüncüsü hem toprak ve hem ağaçtan, dördüncüsü balçık ve tutyadan vücuda getirilmişti. Evlerin bu yapılış vaziyetinden, Mister Watkins’in sanayi işini gittikçe ilerletmekte olduğu görülüyordu. Az çok yıkık bir hale gelmiş olan bütün bu binalar, Cenubî Afrika’nın bu bölgesindeki Oranj nehrinin başlıca iki kolu olan Vaal ve Modder’in birleştiği mevki yakınındaki küçük bir tepecik üzerinde bulunuyordu. Etrafta, gözün alabildiği kadar uzakta, cenup batıya ve şimale doğru ıssız ve çıplak bir ovadan başka bir şey görülmüyordu. Memleket dilinde söylendiği gibi, Veld denilen bu ova, kuru, çorak, tozlu, uzaktan uzağa seyrek otlar ve tek tük dikenli çalılıklarla nebatlı kızıl bir topraktan teşekkül etmişti. Ağaçların yokluğu bu hazin kantonun başlıca vasfı idi. Bu diyarda maden kömürünün hiç bulunmaması ve denizle olan münakalâtın ağır ve zor olması dolayısile yakacak maddelerinin yokluğuna ve ev işlerinin ihtiyacı için sürü hayvanların tezeklerinin yakılmasiyle iktifa olunmasına şaşılamazdı. Manzarası hemen hemen acıklı olan bu yeknesak arazi üzerinde, çok yayvan ve suları pek az olan iki nehrin mecrası uzuyordu ki, bu nehirlerin bütün ova içinde neden uzamadığını anlamak biraz zordu. Yalnız doğuya doğru, ufuk, Platberg ve Paardeberg gibi, iki dağın dantelli şekilleriyle kapanıyor ve kuvvetli bir bakışla, bu dağların eteklerinde dumanlar, tozlar, ya kulübe veyahut çadırlardan ibaret olan küçük beyaz noktalar ve bunların etrafında da hareket halinde olan bir takım mahlûkatın kaynaşması görülebiliyordu. Bu Veld’de, Du Toit’s Pan, New-Rush ve belki hepsinden daha zengin olan Vandergaart-Kopje gibi, faaliyet halinde elmas madenleri işletmeleri bulunuyordu. Üstleri açık olup umumiyetle «dry-diggings» ismiyle anılan bu muhtelif madenler, 1870 yılındanberi elmas ve sair kıymetli taşların istihsali suretiyle, aşağı yukarı, dört yüz milyonluk bir kıymet temin etmişlerdi. Çevresi iki, üç kilometreden fazla tutan bu madenler bir saha dahilinde bulunuyorlardı. Dört İngiliz mili* kadar uzakta olan Watkins çiftliğinin pencerelerinden dürbünle bakılınca, bu madenler gayet iyî görülebiliyordu. Çiftlik kelimesi, bu tesisat için kullanıldığı takdirde, hiç te yerinde olmıyan bir terim olurdu; zira çiftlik denilen bu tesisatın civarında, etrafında her hangi bir ziraat işini görmek imkânsızdı. Cenubî Afrika’nın bu mıntakasındaki bütün çiftçiler gibi Mister Watkins te nihayet bir çoban, koyun, keçi ve öküz sürülerinin sahibinden başka bir şey değildi. Mister Watkins, Cyprien Méré’nin gayet terbiyeli ve çok açık isteğine henüz cevap vermemişti. En aşağı üç dakikalık zamanını düşünmeğe tahsis ettikten sonra, nihayet, ağzının bir köşesindeki piposunu eline almağa karar verdi ve bahis mevzuu olan mesele ile münasebeti oldukça uzak bulunan şu fikri ortaya attı: — Havanın değişeceğini zannediyorum, azizim! Bacağım, sabahtanberi bu kadar sızlamamıştı! Genç mühendis kaşlarını çattı, bir an başını çevirdi ve hoşnutsuzluğunu hiç belli etmemek için büyük bir gayret sarfetmeğe mecbur kaldı. Sarhoş adamın, içindeki içkiyi mütemadiyen boşaltmakta olduğu testiyi göstererek oldukça sert bir sesle. — Bu cinden vaz geçmekle belki iyi yapmış olacaksınız, Mister Watkins! diye cevap verdi. Çiftçi bağırdı: — Cinden vaz geçmek mi? Cin, her hangi iyi bir insana fenalık mı yapmış?... Evet, ben sizin ne demek istediğinizi biliyorum!... Siz bana şu doktorun reçetesini söyliyeceksiniz! Ne idi o doktorun ismi? Ha hatırladım, Abernethy idi galiba! Bu adam, hastasına: «Sıhhatte olmak ister misiniz? Günde bir şilin ile yaşayınız ve bu parayı şahsî bir çalışma ile kazanınız!» diyordu, değil mi? Bütün bu. sözler iyidir, hoştur amma, şu bizim yaşlanmış İngilteremizde, sıhhat ve afiyette olmak için, günde bir şilin ile yaşamak icap ediyorsa, o halde servet sahibi olmak neye yarar?... Bunlar, sizin gibi zeki ve bilgi sahibi bir insana yakışık almıyacak mânâsız sözlerdir, Mösyö Méré!... Rica ederim, bana artık bunlardan bahsetmeyiniz!... Görüyorsunuz ki, ben toprağa bir an evvel kavuşmağı istiyorum!... Benim hayatta iyi yemekten, iyi içmekten ve pipomu tüttürmekten başka bir zevkim, eğlencem kalmamıştır. Halbuki, siz benim bunlardan vaz geçmemi istiyorsunuz? Nasıl olur canım? Cyprien açıkça cevap verdi: — Bu husus beni alâkadar etmez, Mister Watkins. Ben size yalnız doğru olduğunu sandığım bir sıhhat kaidesini hatırlatıyorum! Müsaade buyurulursa, şimdi şu mevzuu bir tarafa bırakalım da, ziyaretimin esas maksadına dönelim, Mister Watkins. Biraz evvel uzun uzadıya konuşmuş olan Mister Watkins, şimdi tekrar sükûta dalmış bulunuyor ve sessiz, sadasız bir halde piposunun dumanlarını savuruyordu. Bu esnada kapı açıldı. Bir genç kız, üzerinde bir bardak bulunan bir tepsi tutarak içeri girdi. Veld çiftçi kadınlarının modasına uygun olmak üzere başındaki büyük kornetinin altında çok sevimli görünen bu güzel kız, küçük çiçeklerle işlenmiş sade bir rop giymişti. Güzel kumral saçları, iri mavi gözleri, tatlı ve neş’eli yüzü, çok beyaz cildi ile on dokuz, yirmi yaşlarında görünen bu kız, sıhhatin, güzelliğin ve neş’enin bir timsali gibi idi. Kız, Fransızca olarak, fakat hafif surette İngiliz dilini çalan bir şive ile: — Bonjur, Mösyö Méré! dedi. Genç kızın içeri girmesiyle ayağa kalkarak onun önünde eğilen Cyprien Méré: — Bonjur, Matmazel Alice! diye cevap verdi. Mis Watkins, tatlı bir gülümseme ile güzel dişlerini meydana çıkararak: — Geldiğinizi gördüm, Mösyö Méré, dedi. Babamın fena cinini sevmediğinizi bildiğim için, serin bulmanızı temenni ederek size portakal şerbeti gelirdim! — Çok lütufkârsınız, matmazel! — Ah, Mösyö Méré, başıma geleni sormayın... Deve kuşum Dada, bu sabah öyle bir iş yaptı ki!... Çorapları röpriz yapmak için kullandığım fil dişi bilyayı yuttu!... Biliyorsunuz ki, Mösyö Méré, bu bilya bana New-Rush’tan gelmişti... Hem de ne kadar güzeldi!... Dada, onu bir hap gibi yuttu! Bu fena hayvan beni üzüntüden öldürecek! Mis Watkins, hikâyesini anlatırken, mavi gözlerinin bir köşesinde küçük bir neş’e ışığı bulunuyor ve bu ışık, çok geç bile olsa, böyle fena bir hâdisenin gerçekleşmesi hususunda fevkalâde bir arzuyu hiç te göstermiyordu. Fakat, birdenbire, kadınların o çok kuvvetli sezişiyle, babasının ve genç mühendisin sessiz duruşlarını, kendisinin içeri girmesinden dolayı canlarının sıkıldığını anladı. — Sizleri rahatsız ettim, galiba? dedi. İşitmemekliğim lâzım gelen bazı gizli şeyler konuşuyorsanız, çekilebilirim!... Zaten kaybedecek vaktim de yok!... Yemek işiyle meşgul olmadan evvel sonatımı tetkik etmekliğim lâzım geliyor!... Bugün o kadar bol konuşmuyorsunuz!... O halde sizi kuracağınız komplo için yalnız bırakıyorum! Genç kız, dışarı çıkarken, geri döndü ve tatlı bir sesle: — Mösyö Méré, dedi, oksijen hakkında beni sorguya çekmek istediğiniz vakit, tamamiyle emrinize hazırım. Öğrenmekliğim için bana vermiş olduğunuz kimyanın o bahsini üç defa okudum. O «renksiz, kokusuz ve tadı olmryan gazlı cisim»in artık benim için hiç bir sırrı kalmamıştır! Mis Watkins, bu sözü söyledikten sonra güzel bir reverans yaptı ve hafif bir meteor gibi ortadan kayboldu. Biraz sonra, konuşulan yerin uzağındaki odaların birinden mükemmel bir piyanonun sesi geliyor ve bu ses genç kızın musiki çalışmalarına başladığını anlatıyordu. Genç kızın bu hoş görünüşüyle isteğini hatırlıyan, zaten böyle bir mevzuu unutmasına da imkân olmıyan Cyprien: — Ee, Mister Watkins, diye tekrar söze başladı. Zatıâlinize karşı yapmış olduğum talebe bir cevap lûtfunda bulunmak arzusunda mısınız? Mister Watkins, dudakları arasındaki pipoyu eline aldı, yere gayet haşmetli bir eda ile tükürdü, başını anî olarak kaldırdı ve bir enkizisyon hâkiminin bakışiyle genç adamı kargılıyarak: — Acaba kendisine bu hususta bir şey söylediniz mi, Mösyö Méré? diye sordu. — Söylenmiş olan nedir?... Kime? — Yani bana söylediklerinizi!... Kızıma!... Samimiyeti üzerinde hiç bir şüpheye yer vermiyen bir hiddetle fena halde canı sıkılan genç mühendis: — Siz beni nasıl anlıyorsunuz, Mister Watkins? dedi. Ben Fransızım!... Bunu unutmayınız!... Bu da şu demektir ki, ben sizin müsaadenizi, muvafakatinizi almadan kızınıza evlenmeden bahsetmeği asla aklımdan geçirmem! Mister Watkins’in bakışlarına bir yumuşaklık geldi ve dili birdenbire çözülür gibi oldu. Hemen hemen samimî bir eda ile cevap verdi: — Çok güzel!... Aferin oğlum!... Alice hakkında teklifsizlik yapmağı sizden zaten beklemezdim!... Mademki size karşı itimat gösterilebilir, şu halde istikbalde de bu mevzu hakkında kızıma bir şey söylemiyeceğinize dair bana söz verebilirsiniz? — Neden efendim? — Çünkü bu evlenme imkânsızdır; işin en iyi tarafı bu meselenin üzerine bir çizgi çekmektir. Mösyö Méré, siz şerefli bir delikanlı, mükemmel bir centilmen, fevkalâde bir kimyager ve hiç şüphe etmiyorum ki istikbali parlak bir profesörsünüz. Fakat kızımı alamazsınız... Buna da sebep, onun için tamamiyle bambaşka tasavvurlarımın oluşudur! — Bununla beraber, Mister Watkins... Çiftçi cevap verdi: — Israr etmeyiniz!... Faydasız olur!... İngiltere’de asilzade sınıfına mensup olsanız da, size yine muvafakat cevabı veremem! Bir kere İngiliz tebaasından olmadığınız gibi, hiç bir servetiniz olmadığını da bana açıkça bildirmiş bulunuyorsunuz! Vaziyeti hüsnü niyetle tetkik edelim. Alice’i Victoria’dan ve Bloemfontein’den en mükemmel öğretmenleri tutarak, yirmi yaşına geldiği vakit, Paris’te, Üniversite Caddesindeki bir apartmanın üçüncü katında, dilinden bile bir şey anlamadığım bir mösyö ile beraber yaşamağa göndermek için yetiştirmiş olduğuma ciddî surette inanır mısınız?... Mösyö Méré, iyi düşününüz ve kendinizi benim yerime koyunuz!... Farzediniz ki, siz Vandergaart-Kopje madeninin sahibi çiftçi John Watkins’iniz, ben de, Cap’ta vazife ile bulunan genç Fransız âlimi Cyprien Méré olayım!... Yine tasavvur ediniz ki, burada, şu koltuğa oturmuş olarak Hamburg tütünü ile doldurulmuş bir pipoyu çekerek cin içiyorsunuz... Evlenmek üzere kızınızı bana vermeniz fikrini bir dakika, yalnız bir dakika için kabul edebilir misiniz? Cyprien tereddüt etmeden cevap verdi: — Muhakkak, Mister Watkins, eğer kızımın saadetini temin edebilecek vasıfları sizde gördüğüme inanırsam, mesele kalmazdı! — İşte bunda haksızlık ederdiniz, hem de büyük haksızlık ederdiniz!... Böyle düşündüğünüz takdirde, Vandergaart-Kopje madenine sahip olmağa lâyık bulunmıyan bir adam gibi hareket ederdiniz, yahut ta böyle bir madenin sahibi olamazdınız! Siz bu madenin benim elime armut gibi düştüğünü mü sanıyorsunuz? Bu madeni vücuda getirmek, bilhassa sahibi olmak hususunda benim için ne zekâya, ne de çalışmaya lüzum olmadığını mı zannediyorsunuz?... Mösyö Méré, ben hayatımda daima zekâya ehemmiyet verdim ve bu zekâyı her şeyde kullandım... Hele kızıma ait işlerde daha hassasiyetle kullanmak zorundayım!... Size tekrar ediyorum, bu meseleyi aklınızdan çıkarınız!... Alice, size göre değildir! Mister Watkins, bu muzaffer netice üzerine bardağını yakaladı ve bir yudumda boşalttı. Çok mahcup bir hale düşmüş olan genç mühendis cevap verecek hiç bir söz bulamıyordu. Diğeri bu vaziyeti görünce sözlerine devam etti: — Siz Fransızlar, hayrete şayan insanlarsınız! Sözlerim üzerinde hiç şüpheye düşmezsiniz! Sanki aydan dünya üzerine inmiş gibi, sizden bahsedildiğini hiç işitmemiş olup üç ay zarfında, yani doksan gün içinde sizi ancak on defa ya görmüş veya görmemiş olan bir adamcağızın yanına gelirsiniz! Onu bulur ve kendisine şu sözleri söylersiniz: «John Stapleton Watkins, mükemmel surette yetişmiş, memleketin bir incisi gibi tanınmış olup yeni ve eski dünyanın en zengin madenine biricik varis olan güzel bir kızınız var! İsmim Cypriene Méré’dir, Parisliyim, mühendisim ve dört bin sekiz yüz franklık maaşım var!... Evlenmek için şu genç kızı lütfen bana veriniz. Kendisini memleketime götüreceğim, aradaki mesafe her ne kadar biraz uzakça ise de, artık kendisinden ya mektupla veyahut ta telgrafla haber alırsınız!...» Siz bütün bunları tabiî mi buluyorsunuz?... Ben bunu pek acaip buluyorum! Cyprien, sapsarı kesilerek ayağa kalkmıştı. Şapkasını alarak dışarı çıkmağa hazırlanıyordu. Çiftçi tekrarladı: — Evet!... Acaip!... Ben, yaldızlı hap yutturan bir insan değilim!... Tam mânasiyle, temeli eski bir İngilizim!... İşte görüyorsunuz, sizin kadar fakirim, hattâ sizden daha fakirim!... Bütün meslekleri denedim!... Bir tüccar gemisinde miçoluk, Dakota’da yaban öküzü avcılığı, Arizona’da madencilik, Transvaal’da çobanlık yaptım!... Sıcağı, soğuğu, açlığı, yorgunluğu öğrendim!... Yirmi yıl zarfında, alnımın teriyle yemeğimi teşkil eden peksimeti kazandım!... Alice’in annesi, Fransız menşeli bir Boer kızı olan Misis Watkins ile evlendiğim vakit, her ikimizin de gıdasını temin eden bir keçiden başka bir şeyimiz yoktu! Fakat çalıştım!... Cesaretimi kaybetmedim!... Şimdi zenginim ve bütün bu çalışmalarımın meyvasından istifade etmek istiyorum!... Kızımı yanımda alakoymak isterim; bu isteğim de bilhassa hastalığıma baktırmak ve akşam üzerleri canım sıkılırken müzik çaldırmak içindir!... Kızım evlenecek olursa, burada, memleketin yerlisi olan bir delikanlı ile evlenecektir. Bu delikanlının, bizim gibi ya çiftçi, yahut ta madenci olmak üzere zengin olması şarttır. Bu delikanlı, ömrümde ayak atmak arzusunu kat’iyen duymadığım bir memleket içinde olmak suretiyle, bir binanın üçüncü katında aç yaşamak üzere bu memlekete gideceğinden bahsetmemelidir. Kızım, meselâ, ya James Hilton ile veyahut ta başka bir gençle evlenecektir!... Hamdolsun, istekliler eksik değil!... Nihayet şunu da söyliyeyim ki, ben pipo içerken, bir bardak cinden korkusu olmıyan ve bana arkadaşlık eden iyi bir İngilizi tercih ederim! Cyprien, havası boğucu olan odadan dışarı çıkmak için elini kapının tokmağına götürmüştü. Mister Watkins yüksek sesle:
Cyprien soğuk bir tavırla cevap verdi: — Hayır, teşekkür ederim. Postaya yetiştirmek üzere yazılacak mektuplarım var. Ve dışarı çıkıp gitti. Mister Watkins, daima elinde olan piposunu tekrar ateşliyerek: — Şu Fransızlar çok acaip insanlar! diye söylendi ve cin ile dolu iri bir bardağı midesine boşalttı.
* 6 kilometre ve 436 metre. (Mütercim notu) |