CENUP YILDIZI
Jules Verne
II
Mister
Watkins’in vermiş olduğu cevapta genç mühendisi derin surette üzen vaziyet, bu adamın bir sürü sebepler dolayısiyle gösterdiği kabalığa mâni olamaması idi. Bu muhaverede geçen sözleri düşünürken, çiftçinin âdeta çıkışır gibi harekette bulunduğunun farkına varmamasından ve bir hakarete maruz kalma tehlikesine düşmüş olmasından dolayı hayretler içinde kalıyordu.
Fakat, o ana kadar, servet, ırk, yetişme tarzı, muhit farklarının arasındaki mesafenin genç kızla onu biribirinden ne kadar uzaklaştırdığını asla düşünmemişti. O, beş, altı yıldanberi, madenleri münhasıran fennî bakımdan tetkike alışmış ve gözleri karşısına gelen elmasları Maden Mektebinin müzesine konabilecek basit karbon numuneleri olarak görmüştü. Fransa’da, Watkinslerin hayatından daha yüksek bir içtimaî hayat sürmüş olması dolayısiyle, çiftçinin sahip olduğu zengin altın damarının ticarî kıymetini pek kavrıyamamıştı. Bir an için olsa bile, Vandergaart-Kopje sahibinin kızı ile bir Fransız mühendisinin arasında bir uygunsuzluk olabileceği hiç aklına gelmemişti. Eğer bu meseleyi düşünmüş olsaydı, Parisli bir kimsenin ve Politeknik Mektebinin eski talebesinin düşünceleri içinde, vaziyeti daha iyi kavrıyabilirdi.
Mister Watkins’in açık sözleri, bu hayallerin acı uyanışiyle neticelenmişti. Cyprien, esaslı sebeplere dayanan meseleler üzerinde tam mânasiyle aklı selim sahibi bir insandı. Darbe ne kadar ağır olursa olsun, şimdi artık Alice’ten vaz geçmek lâzım geliyordu. Bununla beraber, onu üç aydanberi kendine ne kadar yakın görüyor ve ne kadar seviyordu.
Cyprien Méré, gerçekten, üç aydanberi, yani Griqualand’a gelişindenberi, onu tanıyordu. Geçmiş zaman ona ne kadar eski geliyor; uzun bir yolculuktan sonra, toz toprak içinde, müthiş surette sıcak bir gündeki gelişini hatırlıyordu.
Cyprien, Cenubî Afrika’da kendi zevki için üçüncü defa olarak avlanmağa gelen eski kolej arkadaşlarından Pharamond Barthès ile beraber vapurdan çıkmış ve Cap’ta bu arkadaşından ayrılmıştı. Pharamond Barthès, av seferleri esnasında yanında bulundurmak istediği zenci muhariplerden küçük bir kuvvet toplamak üzere Bassouto diyarına hareket etmişti. Cyprien ise, Veld yolları üzerinde posta seferi yapan on dört beygirli ağır vagonda yer alarak elmas sahasına doğru yola çıkmıştı.
Yanından ayırmak istemediği hakikî bir kimya ve madeniyat lâboratuvarı olan beş, altı büyük sandık, genç âlimin materyelini teşkil ediyordu. Fakat arabacının yolcu başına ancak elli kilogramlık yük kabul etmesi hasebiyle, bu kıymetli sandıkların Griqualand’a ağır surette götürülmesi için, öküzlerle çekilen bir yük arabasına lüzum hâsıl olmuştu.
Üzerinde bir tente olup oturacak on iki yeri bulunan bu iri yolcu arabası, daima nehir sulariyle ıslanan dört muazzam tekerlek üzerine oturtulmuştu. İkişer, ikişer koşulmuş olan ve bazan katırlarla takviye edilen atlar, yanyana oturmuş olan iki araba sürücüsü tarafından büyük bir maharetle idare ediliyorlar; arabacılardan biri dizginleri tutarken, diğeri, gayet uzun bambudan yapılmış kırbacını, tıpkı iri bir balık kamışı gibi kullanıyordu.
Nieuweveld dağlarının eteğinde kurulmuş küçük ve güzel bir şehir olan Beaufort’tan geçen yol, bu dağ silsilesini aşıyor, Victoria’ya uğruyor, sonra, Oranj nehri kenarındaki Hopetown’a uğruyor ve nihayet oradan Kimberley’e ve ancak birkaç mil uzakta bulunan başlıca elmas damarlarına varıyordu.
Bu yolculuk, çıplak ve çorak Veld içinde sekiz, dokuz gün süren zahmetli ve değişiksiz bir seyahatti. Manzara daima hazin vaziyetiyle göze çarpıyor; kızıl topraktan, öteye beriye dağılmış taşlardan, kurşunî renkte kayalıklardan ve nihayet pek nadir tesadüf olunan sararmış otlardan, çalılıklardan başka bir şey görülmüyordu. Ortada ne ziraat, ne de tabiî güzellik bulunuyordu. Uzaktan uzağa sefil bir çiftlik görünüyor ve müstemleke hükümetinden toprak müsaadesi almış olan bu çiftlik sahibi, yolcuları misafir ediyordu. Fakat bu konaklama işi gayet basit surette geçiyordu. Çok iptidaî olan bu acaip misafirhanelerde ne insanlar için yatak, ne de atlar için barınacak bir yer bulunuyordu. Dünyayı bir kaç defa devretmiş ve bedeli, ağırlığı kadar altın olarak ödenen birkaç kutu konserveyi bulmak şöyle böyle kabil oluyordu!
Bu yüzden hayvanlar, gıda ihtiyaçları için ovaya salıveriliyorlar ve atlar, çakıl taşlarının gerisinde ot aramakla oyalanıyorlardı. Hareket etme zamanı gelince, hayvanları toplamak büyük bir mesele oluyor ve bu yüzden bir hayli zaman kaybediliyordu.
Araba iptidaî, yollar ise daha iptidaî idi! Araba içindeki oturacak yerlerin hali gerçekten çok feci idi; bunların üzerinde bitmek tükenmek bilmez bir hafta zarfında oturmuş olan bir bedbaht, durmadan, dinlenmeden kazma sallamış bir insan gibi yorgun düşüyor, harap oluyordu. Ne okumak, ne uyumak, ne de konuşmak imkânı vardı! Bütün bu eziyetlere ilâve olarak, yolcuların hemen ekserisi, fabrika bacaları gibi gece, gündüz sigaralarım tüttürüyorlar, soluk almadan içiyorlar ve tükürüyorlardı.
Cyprien Méré’nin, dünyanın her bir noktasından altın ve elmas madenlerine koşan bu seyyar ahali içinde kâfi derecede bir mevkii bulunuyordu. Yolcular arasında, uzun siyah saçları, soluk benzi, insana pek emniyet vermiyen gözleriyle Annibal Pantalacci isminde iri boylu bir Napolili, elmas mütahassısı olup çekildiği bir köşede bir hayli uslu oturup insanlık âlemine filozof gözüyle bakan Nathan isminde bir Portekizli Yahudi, Griqualand’ta para kazanmak hevesine kapılarak maden kömürü ocağından kaçan, kızıl sakallı ve sert adeleli Thomas Steel isminde bir Lancashire madencisi, henüz topraktan yeni çıkmış tek elmas parçasını hiç görmediği halde, bir âlim gibi konuşan ve elmas madenleri işletilmesine ait her şeyi bilen Friedel isminde bir Alman bulunuyordu. Bu tiplerden başka, ancak şişesiyle konuşan ve madende çalışan amelenin parasını çekecek olan o kantinlerden birini maden sahaları dahilinde açmağa geldiğinden hiç şüphe edilmiyen ince dudaklı bir Amerikalı, Hart kıyılarından bir çiftçi, müstakbel Oranj devleti tebaasından bir Boer, Namaqua diyarına gitmekte olan bir fil dişi simsarı, Transvaal’dan iki kolon, ismi Li olan bir Çinli, biribirine hiç uymıyan, pek kılıksız, kaçakçı, gürültü yapan bir muhit içinde, mazbut bir insanın karışması kat’iyen tavsiye olunmıyan yol arkadaşlığını tamamlıyorlardı.
Cyprien, bu adamların yüzlerine, tavır ve hareketlerine bakıp birkaç saniye kadar eğlendikten sonra, derhal yorgun düşmüştü. Cüsseli vücudu ve geniş gülüşü ile Thomas Steel’den ve kedi gibi yumuşak haliyle Çinli Li’den başka alâka gösterilebilecek kimse göremiyor; tatsız şakaları, çirkin suratı
olan Napoliliye gelince, bu adama karşı âdeta bir nefret hissi duyuyordu.
Bu soğuk adamın, iki, üç gün zarfındaki en tatsız şakalarından, sululuklarından biri, Çinlinin, millî âdet veçhile, arkasındaki uzun saçına takılmaktan ibaret kalmış ve bu saça, ot demeti, lahana koçanı, inek kuyruğu, ovada bulunup alınan bir at kemiği gibi nezakete hiç sığmıyan bir sürü şeyler takmak münasebetsizliğinde bulunmuştu.
Li, hiç kızmadan, uzun saçının örgüsüne bağlanmış olan şeyleri çözüyor ve yapılan latifenin haddi çoktan tecavüz ettiğini ne bir kelime, ne bir jest ve ne de bir bakışla ihsas ediyordu. Sarı yüzü, küçücük çekik gözleri, sanki etrafında olup biten şeylere karşı tamamen yabancı imiş gibi, hiç bozulmıyan bir sükûneti muhafaza ediyordu. İşin gerçek tarafına bakılırsa, bu Çinlinin, Griqualand’a gitmek üzere yola çıkmış olan bu Nuh’un gemisi içinde söylenen şeylerden tek kelime anlamadığı zannedilebilirdi.
Annibal Pantalacci, bozuk İngilizcesiyle, aşağılık şakalarına bazı değişik ihtiralar da ilâve etmekten geri kalmıyor, yanında bulunan kimselere yüksek sesle:
— Sarılığının bulaşıcı olduğunu zanneder misiniz? diye soruyordu. Yahut ta:
— Ah şu saçın kuyruğunu kesmek için elimde bir makasçık olsa! diye söylenip duruyordu.
Yolcular gülüşüyorlar; hele Boerlerin Napolili adamın ne dediğini anlamak hususunda daima biraz vakit geçirmeleri dolayısile, neş’eleri bir kat daha artıyor, Boerler, yol arkadaşlarından iki, üç dakika bir gecikme ile birden bire makaraları koyuvererek kendilerini gayet gürültülü bir gülmeye kaptırıyorlardı.
Bu gürültü, patırtının sonunda, mütemadiyen Li ile alay edilmesi üzerindeki ısrardan fena halde canı sıkılan Cyprien, hareket tarzının hiç te doğru olmadığına Pantalacci’ye söylüyor; sulu herif belki küstah bir cevap vermeğe yeltenirken, Thomas Steel’in bir kelimelik sözü, onun dilini tutmasına kâfi geliyordu.
Genç adam, bir aralık:
— Hayır, olmaz, diyordu, ne dediğinizi bile anlamıyan bu zavallı adamla mütemadiyen eğlenmek doğru değildir!
Şaka orada kalıyor; bir kaç saniye sonra, Cyprien, Çinlinin kendisine minnet dolu nazarlarla baktığını görüyor; Li’nin İngilizceyi belki iyi bildiğini, fakat belli etmemek istediğini sezer gibi oluyordu.
Müteakip molalarda, Cyprien, Çinli ile konuşma çareleri arıyor; fakat Çinli sessiz ve sakin duruyordu. İşte o vakitten beri, bu acaip mahlûk, genç mühendisi bir muamma gibi ilgilendirmekte devam ediyordu. Cyprien, bu sarı ve tüysüz yüzü, gayet beyaz dişler üzerinde açılan ince ağzı, küçük ve kısa burnu, geniş alnı, çekik gözleri dikkatle tetkik etmekten, kendini alamıyordu.
Acaba Li’nin yaşı ne olabilirdi? On beş yaşında mı yoksa altmışında mı bulunuyordu? Bunu söylemek imkânsızdı. Bembeyaz dişleri, canlı bakışları, is gibi simsiyah saçları onun genç olduğunu gösterir gibi oluyorsa da, alnının, yanaklarının ve hattâ ağzının kırışıklıkları, onun bir hayli ilerlemiş yaşta olduğunu anlatıyordu. Kısa boylu, zayıf ve görünüşte çevik bir adamdı.
Zengin mi yoksa fakir mi idi? Bu da şüpheli bir mesele idi. Kurşunî renkte bezden pantalonu, sarı fularlı bluzu, başlığı, fötr ayakkapları, gayet temiz bir beyazlıkta olan çorapları, onun halk tabakasından basit bir adam değil, birinci sınıf bir mandarin olduğunu ihsas ediyordu. Eşyası kırmızı boyalı bir sandıktan terekküp ediyor ve, sandığın üzerinde siyah mürekkeple yazılmış şöyle bir adres bulunuyordu:
H. LI
From Canton to the Cape.
Bunun da mânası: H. Li, Kanton’dan Kap’a.
Son derecede temiz olan bu Çinli, tütün kullanmıyor, sudan başka bir şey içmiyor ve kafasını gayet itina ile tıraş etmek için bütün molalardan istifade ediyordu.
Cyprien, bir şey öğrenemiyor ve bu canlı mesele ile meşgul olmaktan artık vaz geçiyordu.
Bununla beraber, günler geçip gidiyor, mesafelerin yerine mesafeler kaim oluyordu.
Atlar bazan epey yoruluyorlar, bazan da adımlarını hızlaştırmağa imkân bulunamıyordu. Fakat, azar azar olsa da, yol tamamlanıyor ve bu posta vagonu, güzel bir günde, Hope-town’a varıyordu. Bir merhale daha kalıyor ve Kimberley geçilmiş bulunuyordu. Sonra, ufukta ahşap kulübeler görünmeğe başlıyor ve buranın New-Rush olduğu anlaşılıyordu.
Madencilerin kampı, son zamanlarda medeniyete kavuşmuş olan bütün memleketlerde olduğu gibi, sanki bir sihirbazlıkla yerden bitmiş o muvakkat şehirlerden farksızdı. Ekserisi bir Avrupa şantiyesi dahilinde kurulmuş kulübeleri andıran ahşap barakalar, çadırlar, bir düzine kadar kahvehane yahut kantinler, bir bilardo salonu, bir dans salonu, birinci derecede lüzumu olan hububat depoları gibi tesisler, ilk karşılaşmada göze çarpıyordu.
Dükkânlar içinde, elbiseler, mobilyalar, ayakkaplar, pencere camları, kitaplar, eyerler, silâhlar, kumaşlar, süpürge, av malzemesi, yatak takımları, sigaralar, taze sebzeler, ilâçlar, arabalar, tuvalet sabunları, fırçalar, süt konserveleri, tavalar, litoğraflar ve nihayet, yalnız alıcılar müstesna olmak üzere her şey vardı.
Kamp ahalisi, New-Rush’tan üç yüz yahut dört yüz metre kadar uzaktaki madende bulunuyordu.
Cyprien Méré de, bütün yeni gelenler gibi, ismine lâf olsun diye «Hotel Continental» denilen kulübede yemeği hazırlanırken, madene gitmekte acele etmişti.
Saat akşamın altısı idi. Güneş ufukta hafif bir altından buğu halinde görünüyordu. Genç mühendis, güneşin iri kutrunu bir kere daha tetkik ederek, kutrun Avrupa’dan göründüğü cesametten iki misli olduğunu anlıyordu. Fakat, Cyprien Méré için daha yeni bir manzara onu Kopje’de, yani elmas madenlerinde bekliyordu.
Çalışmaların başlangıcında, maden, her tarafı hemen hemen sakin bir deniz gibi dümdüz olan ovanın bu mahallinde bir kanbur halinde çıkıntı yapmış olan bir küçük tepecikten teşekkül ediyordu. Fakat, şimdi, bu tepenin birinde, satıh mesahası takriben kırk metre murabbaı tutan daire şeklinde bir nevi muazzam kuyu açılmış bulunuyordu.
Madendeki çalışma basitti. Yapılan iş, kazma, kürek yardımı ile, umumiyetle çakıllı kum ile karışık kırmızımtırak bir kumdan mürekkep zeminin toprağını kazıp elemekten ibaretti. Toprak, maden kenarına bir kere taşındıktan sonra, yıkanmak, döğülmek, kırılmak için triyaj mahallerine naklediliyor ve sonra içlerinde kıymetli taşların olup olmadığını anlamak maksadiyle çok itinalı bir tetkikten geçiriliyordu.
Bu kazma işi dolayısile, her tarafta biribirinden farklı derin çukurlar hasıl oluyor, bu çukurlar bazan yüz metreden aşağıya kadar iniyor ve diğerleri nihayet on beş, yirmi yahut otuz metrede kalıyordu.
Çalışma ve dolaşma ihtiyaçları için, her imtiyaz sahibi, resmi talimat mucibince, açılan kuyunun kenarlarında hiç dokunulmamış yedi kadem bir genişlik bırakmak mecburiyetinde idi. Komşu kuyu tarafından bırakılan genişliğe müsavi bir genişlikte olan bu yol, bir nevi şose işi görüyor ve bu suretle toprağın ilk seviyesini teşkil ediyordu.
Bu asma yolun sağlamlığı ve madencilerin selâmeti için, maden imtiyaz sahipleri, çalışmalar aşağı indikçe, duvarın eteğini tedrici surette beslemekte kusur ediyorlar, yükseklik bazan Notre-Dame kilisesi kulelerinin boyunu iki misli olarak aşıyor ve nihayet duvarın vaziyeti tepe aşağı gelmiş ve sivri ucu üzerinde duran bir piramid şeklini alıyordu. Pek tabiidir ki, bu biçimsiz vaziyetin nasıl bir netice doğuracağını evvelden görmek gayet kolaydı. Gerek yağmur mevsimlerinde, gerekse toprakta çatlaklar husule getiren anî bir sıcağın bastırması halinde, bu duvarlar sık sık çöküyordu. Fakat bütün bu felâketler tedbirsiz madencilerin duvar diplerine kadar sokulup kazma işine devam etmelerine yine mâni olamıyordu.
Cyprien Méré, madene yaklaşırken, evvelâ, bu asma yollar üzerinde gidip gelen boş ve dolu arabalar görmüştü. Fakat geniş çukurun kenarına gelip derinliğine bakınca, her türlü ırktan, her türlü renkten, çeşitli kostümler giymiş olan madenci kalabalığının, çukur içinde hummalı bir tarzda çalışmalarını seyretmişti. Bu maden amelesi içinde, zenciler, beyazlar, Avrupalılar, Afrikalılar, Moğollar, Keltler bulunuyor; hemen hemen ekserisinin ya tamamen çıplak bir halde veyahut ta bez pantalon, fanila gömlek, peştemal ve daima deve kuşu tüyleriyle süslü hasır şapka giymiş oldukları görülüyordu.
Bütün bu adamlar, demir tellere bağlı olup madenin kenarlarına kadar çıkan kovalara toprak dolduruyorlardı. Bu kovalar, yukarı çıkınca arabalara boşaltılıyor ve sonra, tekrar yüklenmek üzere aşağıya, maden içine indiriliyordu. Bu uzun demir kablolar, maden çukuru üzerine gerilmiş olmakla madene bam başka bir hususiyet veriyor ve bu manzara, faaliyetini kesmiş olan bir fabrikanın her tarafını iri bir örümcek ağının sarmış olduğu hissini verdiriyordu.
Cyprien, bir müddet durarak, bu madeni insanlarla dolu bir karınca yuvası telâkki ederek eğlenmişti. Sonra, tabldot kampanası çalınca New-Rush’a dönmüştü. Orada, bütün gece, bazı kimselerin ne harikalar bulduklarını, Job gibi fakir madencilerin, tek elmasla nasıl birdenbire zenginleştiklerini, bazılarının en güzel taşlarını ellerinden yok pahasına alan simsarlardan bahsettiklerini ve nihayet teknik mevzular üzerinde konuşulduğunu zevkle, alâka ile dinlemişti. Mütemadiyen elmaslardan, kıratlardan yüzlerce İngiliz lirasından bahsedilmişti.
Maamafih, bütün bu âlemin, muhitin, top yekûn olmak üzere, oldukça sefil bir manzarası vardı. Şansını sulamak maksadiyle bir şişe şampanya istiyen mes’ut bir «digger»e mukabil, ancak azıcık bira. içebilen yirmi kadar uzamış suratlı madenci görülüyordu.
Zaman zaman, bulunan bir taş, masa etrafında elden ele dolaşıyor, tetkik edildikten ve kıymeti takdir olunduktan sonra, sahibinin kesesine giriyordu.. Her hangi bir çağlayanda yuvarlanmış olup bir sileks parçasının parlaklığından başka bir şey olmıyan bu kurşunî ve donuk çakıl taşı, bir elmastı.
Geceleyin, kahvehaneler doluyor, aynı muhavereler, aynı münakaşalar, cin ve brandi kadehlerinin etrafında tatlı tatlı devam edip gidiyordu.
Cyprien, otelin yanındaki bir çadırın altında kendisi için hazırlanmış olan yatağa erkenden yatmıştı. Madencilerin civarda verdikleri bir kır balosunun gürültüsü ve beyaz ırka mensup kimselerin dans ettikleri umumî bir salondan gelen şamatalı müzik sesleriyle çabucak uyumuştu.
|