CENUP YILDIZI

Jules Verne




III


Genç mühendis, bütün zamanını bu para hırsı, sarhoşluk ve tütün içme havası içinde geçirmek için Griqualand’a gelmemişti. Üzerine almış olduğu vazife, memleketin bazı bölgeleri üzerinde topoğrafik ve jeolojik tetkikatta bulunmak, kayalıklardan ve elmas arazisinden numuneler toplamak ve mahallinde esaslı ve ince tahliller yapmaktan ibaretti. İlk işi, kendisine rahat ve sakin bir mesken bulmaktı ki, maden bölgesi içinde yapacağı tetkikatı kolaylaştıracak olan bu ikametgâha lâboratuvarını yerleştirebilecekti.

Üzerinde Watkins çiftliğinin bulunduğu tepecik, çalışmalarına çok elverişli bir mevki olarak, onun dikkatini çekmişti. Madencilerin kampından oldukça uzakta olan ve o kadar gürültü işitilmiyen bu mevki, Kopje’lerin en uzakta olanına takriben bir saatlik mesafede bulunuyordu. Elmas havzasının çevresi ise, on iki kilometre kadar tutuyordu. John Watkins tarafından terkedilmiş olan evlerden birini seçmek, binayı kiralamak ve içine yerleşmek, genç mühendis için yarım günlük bir iş olmuştu. Çiftçi de bu kiralama işinden çok memnun görünmüştü. Münzevî hayatı içinde çok sıkıldığı için, yakınında bir genç adamın bulunması hoşuna gidiyor ve bu delikanlı ile görüşmelerinde hoş vakitler geçireceğini umuyordu.

Fakat, Mister Watkins, kiracısını bir sofra arkadaşı veyahut cin testisini boşaltmak hususunda bir yardımcı olarak hesaba almaktan tamamen uzakta kalmıştı. Çünkü, Cyprien, metruk kulübeye girip bütün lâboratuvar aksamını yerleştirdikten sonra, hemen jeolojik tetkikat dolaşmalarına başlamıştı. Mühendis, akşam üzerleri, çinko kutusu içinde, çantasında, ceplerinde ve hattâ şapkasında bir sürü taş parçaları olduğu halde kulübesine döndüğü vakit, Mister Watkins’in eski hikâyelerini dinlemeğe gelmektense yatağına yatıp uyumağı tercih ediyordu. Bundan başka, hem az sigara içiyor ve hem de çok az içki kullanıyor ve bütün bu haller, çiftçinin kurmuş olduğu hayali altüst ediyordu.

Bununla beraber, Cyprien, uysal tabiatı, his ve düşüncelerindeki sadeliği, mütevazi bir ilim adamı haliyle, Mister Watkins’le yine alâkadar oluyor ve Mister Watkins te genç mühendise karşı bir saygı hissi duyuyordu. Yalnız, ne yazık ki, bu çocuk içmesini bilmiyordu! Bu itibarla, midesine bir damla cin akıtmıyan bir adam ne işe yarardı ki? İşte çiftçinin, kiracısı hakkında vermiş olduğu hüküm bu idi.

Miss Watkins’e gelince, bu genç kız, mühendisle çok iyi anlaşmış ve onunla iyi bir arkadaşlık tesis etmişti. Onu, gerek tavır ve hareket, gerekse muhitinde hiç rastlamadığı ilmî bir yükseklik bakımından fevkalâde bulduğu için, hiç ummadığı böyle bir fırsattan istifade ederek, okumuş olduğu ilmî eserlerden edinmiş olduğu bilgileri tamamlamak arzusunu duymuştu.

Genç mühendisin lâboratuvarı, acaip apareyleriyle, onu son derecede ilgilendiriyordu. Bilhassa, memleketin içindeki bütün muhaverelerde, ticarette gayet mühim bir rol oynıyan elmasın, bu kıymetli taşın natürüne ait her şeyi öğrenmekte çok kuvvetli bir alâka duyuyordu. İşin gerçek tarafına bakılacak olursa, Alice, bu kıymetli taşı, kötü bir çakıl gibi görüyordu. Bu hususta, Cyprien de, ayni düşüncede idi. İşte bu bakımdan, bu müşterek hisler dolayısiyle, her ikisi arasında sıkı bir dostluk başlıyordu. Onlar Griqualand içinde, bu tarzda düşünce hususunda yalnız başlarına idiler; dünyanın bütün memleketlerinde hırsla aranılan, son derecede bir rağbet gören bu küçük taşların araştırılması, tıraş edilmesi ve satılmasının hayatta biricik gaye olacağına kat’iyen inanmıyorlardı. Genç mühendis bir gün:

— Elmas, sadece saf bir karbondur, dedi. Yani, kristalize olmuş bir kömür parçasıdır, başka bir şey değildir. Onu bir ateş haline getirmek üzere yakmak kabildir. Hattâ bu yanma kabiliyeti, ilk defa, onun hakikî natürü üzerinde şüphe uyandırmıştır. Birçok şeyleri tetkik etmiş olan Newton, tıraş edilmiş olan elmasın, diğer bütün şeffaf cisimlerden daha çok ziya inkisar ettirdiğini not etmiştir. Yanabilen cisimlerin ekserisinde böyle bir karakterin mevcut olduğunu bildiği için, elmasın da yanabilen bir cisim olduğu neticesine varmış ve yapılan deneme ona hak verdirmiştir.

Genç kız sordu:

— Fakat, Mösyö Méré, elmas, kömürden başka bir şey değil ise, onu ne diye o kadar pahalıya satıyorlar?

Cyprien cevap verdi :

— Çok nadirdir de, onun için, Mis Alice... Ve şimdiye kadar bulunmuş olanının miktarı henüz çok azdır. Uzun zamandanberi, yalnız Hindistan’da, Brezilya’da ve Borneo adasında çıkarılmakta idi. O zamanlar, yedi, sekiz yaşında olduğunuza göre, ilk defa olarak, Cenubî Afrika’nın bu bölgesinde elmas bulunduğunun haber verildiği devri hiç şüphesiz ki çok iyi hatırlarsınız.

Mis Watkins:

— Elbette, hatırlıyorum! dedi. Griqualand’da herkes deli gibi idi! Kazmasını, küreğini kapan insanların, arazinin her tarafında dolaştıkları, öteyi beriyi kazdıkları, yatağını araştırmak için su yollarını çevirdikleri, elmastan başka bir rüya görmedikleri, elmastan başka bir şeyden konuşmadıkları görülüyordu! Ben o zamanlar çok küçüktüm, sizi temin ederim ki Mösyö Méré, her an çok sıkılıyor, çok üzülüyordum! Az olduğu için elmasın kıymetli ve pahalı olduğunu söylüyorsunuz... Onun yegâne vasfı bu mu?

— Hayır, yalnız bu değil, Mis Watkins. Ziyasını inkisar ettirecek tarzda tıraş edildiği vakit, şeffaflığını, parlaklığını, hattâ bir âlim için gayet alâka uyandırıcı olan cisminin son derecedeki sertliğini ve yontma işindeki zorluğunu da nazarı dikkate almak lâzımdır. Şunu da ilâve edeyim ki, elmas, sanayide çok faydalıdır. Biliyorsunuz ki, elmas, ancak kendi tozuyle cilalanır. Bu kıymetli sertlik, bir müddetten beri, kayaların delinmesi işine yaramaktadır. Bu maddenin yardımı olmadığı takdirde, yalnız cam ve diğer muhtelif sert maddeler üzerindeki çalışmalarda zorluk hâsıl olacağı, tünellerin, maden galerilerinin, arteziyen kuyularının açılmasında son derecede bir müşkülâta maruz kalınacağı muhakkaktır!

O ana kadar bir hayli hakir gördüğü o zavallı elmaslara karşı kalbinde birdenbire bir nevi saygı hissi duyan Alice:

— Şimdi anlıyorum, dedi. Fakat, Mösyö Méré, kristal haline gelmiş olduğunu söylediğiniz bu kömürün mahiyeti nedir acaba?

Cyprien cevap verdi:

— Madenî olmayan basit bir cisimdir ve tabiatte en çok yayılmış olanlarından biridir. Ağaç, et, ekmek, ot gibi, istisnasız olarak, bütün uzvî mürekkep cisimlerde bu maddeden bir hayli miktar mevcuttur. Hattâ bunların arasındaki derece itibariyle biribirine yakın unsurlar içinde de kömür yahut «karbon»un mevcut olması icap etmektedir.

— Ne garip şey! Demek ki, şu mer’adaki otlarda, altına sığındığımız şu ağaçta, deve kuşum Dada’nın etinde, hattâ sizde ve bende, şu kömürden bir miktar var... Elmas gibi?... Şu halde, bu dünyada her şey kömürden başka bir şey değil?

— Mis Alice, bu mesele uzun zamandanberi düşünülmüştür; zamanımızın mütemadiyen gelişmekte olan ilmî, bunu da meydana çıkaracaktır. Daha esaslı surette izah edecek olursak, ilim, uzun zamandan beri, adedi kat’î olarak tesbit edilmiş gibi telâkki olunan basit cisimlerin miktarını .gitgide azaltmaktadır. Spektroskopik müşahede usulleri, son zamanlarda, kimya üzerinde mühim bir değişiklik yapmıştır. Hattâ, şimdiye kadar basit ve esas cisim olarak tasnif edilmiş olan altmış iki maddenin elektrik, dinamik ve muhtelif kalorifik metodlarla, ancak bir maddeye, — belki idrojen olmak üzere — yalnız bir atomik maddeye indirilmesi kabil olacaktır!

Mis Watkins yüksek sesle:

— Oh, Mösyö Méré, bütün bu büyük kelimelerle beni korkutuyorsunuz! dedi. Siz bana kömürden bahsediniz! Siz, kimyagerler, kükürtten yaptığınız gibi, bu kömürü de kristalize edemez misiniz? Bunu yapmak, elmas bulmak için toprağı kazıp çukurlar açmaktan daha iyi, daha kolay değil midir?

Cyprien cevap verdi:

— Söylediğiniz şeyin tahakkuku için sık sık denemelerde bulunulmuş ve saf karbonun kristalize edilmesiyle sun’î elmas yapılmasına teşebbüs edilmiştir. Şunu da ilâve edeyim ki, aşağı yukarı müsbet bir neticeye varılmış gibidir. 1853 yılında Despretz ve son zamanlarda İngiltere’de başka bir âlim, çok yüksek kudrette bir elektrik cereyanını bütün madenî maddelerden ayrılmış ve nöbet şekeriyle hazırlanmış olan kömür üstüvanelerine tatbik ederek elmas tozu elde etmiştir. Fakat, problem, şimdiye kadar sınaî bir tarzda halledilememiştir. Maamafih, bunun nihayet bir zaman meselesi olması kabildir. Belli olmaz, Mis Watkins, şu günlerde, belki de sizinle konuşmakta olduğum şu sıralarda, elmas yapılması usulü keşfedilmiştir!

Mühendisle genç kız, çiftlik boyunca uzanan kumlu yol üzerinde dolaşarak konuşuyorlar; bazan hafif verandanın altında oturarak, akşam karanlığının bastırmakta olması dolayısiyle, cenup semasındaki yıldızların parıldayışını seyrediyorlardı.

Alice, John Watkins’e ait binanın bulunduğu küçük tepenin eteğindeki etrafı çitle çevrili kapalı bir mahaldeki küçük deve kuşu sürüsünü görmek üzere çiftliğe dönerek genç mühendisi yalnız başına bırakmıştı. Bu hayvanların küçük beyaz başları, siyah ve uzun boyunları, iri ve sert bacakları, kanatları ve kuyruğu süsliyen sarımtırak tüyleri, genç kızı alâkalandırıyor, eğlendiriyordu. Alice, bu büyük ve uzun bacaklı kuşlardan vücuda getirmiş olduğu kocaman kümesi, bir, iki yıldanberi devam ettiriyordu.

Umumiyetle, bu hayvanların ehlileştirilmesi çareleri aranmıyor ve Cap çiftçileri, bu hayvanları vahşi halde bırakıyorlardı. Yalnız onları, etrafı gayet sağlam şekilde kapatılmış geniş bir mahalde tutmakla iktifa ediyorlar ve deve kuşları, vücut yapıları uçmağa müsait olmadığı için, bu maniaları aşamıyorlardı. Hayvanlar, bu mahalde, bütün sene, ne olduklarını bilmeden mahpus gibi yaşıyorlar; buldukları şeylerle kendilerini besliyorlar; yumurtlamak için kendilerine kuytu ve mahfuz köşeler arıyorlardı. Tüy değiştirme zamanında, Avrupa kadınları tarafından çok aranılan o tüylerin toplanması lâzım gelince, avcılar, deve kuşlarını daha küçük sahalara toplıyorlar ve onları birer birer yakalayıp tüylerini kolaylıkla yoluyorlardı.

Bu ticaret işi, Cap mıntakalarında pek gelişmiş vaziyette idi. Her bir deve kuşu, sahibine, yılda iki yüzle üç yüz frank arasında bir gelir temin ediyordu.

Mis Watkins, bu büyük kuşlardan kendi zevki için on iki tane kadar besliyordu. Onların iri yumurta çıkardıklarını, tavuklarla hindilerin yaptığı gibi, civcivleriyle yem aradıklarını görmekten son derecede bir zevk duyuyordu. Cyprien, bazan genç kıza refakat ediyor; o da, kara başlı, altın gibi sarı gözlü olup sürünün en güzellerinden biri olan ve Alice’in röpriz yapmak için kullandığı fil dişi bilyayı yutan Dada’yı okşamak istiyordu.

Cyprien, bu sıralarda, genç kıza karşı kalbinde en derin, en samimî bir hissiyatın doğmakta olduğunu duyuyor; çalışma hayatında, kalben çok temiz ve sade, zekâ itibariyle çok canlı ve çok sevimli, her hususta mükemmel bir hayat arkadaşını hiç bir vakit bulamayacağını düşünüyordu. Çok vakitsiz olarak anadan mahrum kalmış bulunan ve baba evinin idaresini üzerine almak mecburiyetinde kalan Mis Watkins, kibar bir salon kadını olmakla beraber ayni zamanda da mükemmel bir ev kadını idi. İşte bu iki mükemmel meziyet ve şahsındaki sadelik, ona bam başka bir hususiyet veriyordu. Avrupa şehirlerinde zarif kadın olarak geçinen bir sürü gençlerin budalaca iddiaları hakkında tek fikri olmadığı gibi, bir puding hazırlamak için beyaz ellerini hamura sokmaktan, sofra hazırlamaktan, evdeki bütün çamaşırların tertemiz olması için uğraşmaktan katiyen korkmıyordu. Bütün bu çalışmalar, onun Beethoven sonatlarını gayet iyi ve belki de birçoklarından daha mükemmel çalmasına, üç dili çok iyi konuşmasına, okumağı sevmesine, cihan edebiyatının ölmez eserlerini öğrenmesine ve nihayet, bölgenin zengin çiftçileri nezdinde bazan yapılan küçük toplantılarda herkesin takdirini kazanmasına kat’iyen mâni olmıyordu.

Bu toplantılarda, meziyetli ve kibar kadınların pek seyrek olduğu akla gelemezdi. Kültür, Amerika’da olduğu gibi Transvaal’da da, erkeklerin faaliyetine lüzum gösteren bir medeniyetin maddî çalışmalarının carî olduğu bütün yeni memleketlerde, ezcümle Avustralya’da, aşağı yukarı kadınlara inhisar etmektedir. Bu kadınlar, umumî bilgi ve bilhassa san’at olgunluğu bakımından, ekseriya kocalarından ve oğullarından yüksek derecede bulunmaktadırlar. Meselâ, bir Avustralyalı madencinin, yahut ta Far-West’te yerleşmiş olan bir muhacirin karısında, birinci derecede bir musiki san’atına, en esaslı edebî ve ilmî bilgiye tesadüf olununca, bundan dolayı hiç te hayrete düşmemelidir. Omahalı bir paçavracının, yahut ta Melburnlu bir kasabın kızı, malûmat, zarafet ve her türlü meziyet bakımından ihtiyar Avrupa’nın bir prensesinden aşağı kalmağı düşünmek istemez, düşündükçe yüzü kızarır. Müstakbel Oranj devleti hudutları içinde, kızların tahsil ve terbiyesine uzun zamandanberi erkek çocuklar kadar itina gösterilmektedir. Fakat oğlan çocukları, okul sıralarından kaçmakta ve iki cinsiyet arasındaki bu zıddiyet, başka taraflardan daha çok bariz bir halde görünmektedir. Erkek, aile hayatında, ekmek kazanan bir unsurdur. Yaradılışındaki çetinliği muhafaza etmekte, hayatını yorgunluk ve tehlike ile geçirmek suretiyle, açık havada çalışmak zorundadır. Kadın ise, aksine olarak, evi içinde, beytî vazifelerini yapmakla beraber, kocasının ehemmiyet vermediği veyahut ihmal ettiği san’at ve edebiyat kültürüne daima kıymet vermektedir.

İşte böylece, bazan, çöl kenarında açmış bir güzellik, meziyet ve füsun çiçeğine rastlamak kabildir ki, çiftçi John Watkins’in kızını bu çiçeklerden biri olarak telâkki etmek gayet yerinde olur.

Cyprien. bütün bunları düşünmüş ve gayesine varmak hakkına malik olduğuna inandığı için isteğini bildirmekten çekinmemişti.

Heyhat ki, şimdi rüyasından uyanıyor ve hayatında ilk defa olarak, kendisini Alice’ten ayıran ve aşılması hemen hemen imkânsız olan bir çukuru görüyordu. Neticesi belli olmuş bulunan bu görüşmeden sonra kalbi kederle dolu olarak evine dönmüştü. O, kendini boş ve mânâsız bir ümitsizliğe kaptıracak bir adam değildi; çalışmakla bu acıyı unutacağını düşünerek, bu hususta mücadeleye karar vermişti.

Küçük masası basına çökerek, Fen Akademisi âzasından ve Maden Mektebi profesörlerinden olan muhterem hocası M. J...’ye göndermek üzere sabahleyin başlamış olduğu uzun ve mahrem mektubu çabucak bitirmişti.

Mektubunda şunları yazıyordu:

«... Benim için henüz bir faraziye olması dolayısiyle, resmî notlarım arasında bahsetmek zorunda olmadığımı sandığım bir mesele vardır ki, bu da, elmasın hakikî teşekkül tarzı üzerinde yapmış olduğum jeolojik müşahedelere göre, bende hâsıl olan noktai nazardır. Elmasın ne volkanik bir menşeden husule geldiği hakkındaki faraziye, ne de şiddetli boraların tesiriyle hali hazırdaki damarlarda vücut bulduğuna dair tasavvur, sizin gibi beni de tatmin edememektedir. Muhterem üstadım, bizi bu faraziyelerden ayıran sebepleri size burada hatırlatmağa lüzum görmiyorum. Elmasın ateş tesiriyle teşekkülü, çok zayıf ve beni ikna edemiyen bir izahtır. Bu izahı kabul ettiğimiz takdirde, bu ateşin natürü ne olabilir ve elmas damarlarında muntazamen tesadüf olunan o her türlü kalkerler neden bir değişikliğe uğramamıştır? Bilmem amma, bu düşünce, bana pek çocukça gibi görünmektedir.

«Beni tatmin edecek olan yegâne izah, kifayetsiz olsa bile, kıymetli taş unsurlarının sularla nakledilmiş olması ve kristalin teşekkül etmesidir. Muhtelif damarları gözden geçirerek bunların hemen hemen bir örnek olduklarını gördüm. Bu vaziyet, bilhassa, son zamanlarda keşfedilmiş olup size şu mektubu içinde yazmış olduğum kulübenin sahibi bulunan zata ait olan Vandergaart-Kopje madeninde görülmektedir.

«Bir mahfaza içine yabancı unsurları ihtiva eden bir mayi döküldüğü vakit, acaba ne olur? Olacağı şudur ki, bu yabancı maddeler mahfazanın ya dibine iner veyahut ta kenarlarında kalır. İşte, Kopje’de husule gelmiş olan hâdise budur. Havzanın ya dibinde, ya ortasına doğru yerlerde elmaslara tesadüf olunmaktadır. Vaziyet o kadar belli olmuştur ki, damarın şekli tesbit edildiği vakit, orta kısımlar veyahut kenarlar muazzam bir kıymet ihtiva ederken, mutavassıt olan toprak birdenbire çok düşük bir fiata inmiştir.

«Notlarım içinde bulacağınız bir sürü vaziyetler, kristallerin sürplas teşekkülâtını göstermektedir. Elmaslar, ayni cinsten, ayni renkten olmak üzere, hemen hemen daima grup halinde birleşmiş bulunmaktadırlar. Bu da onların bir sel ile teşekkül ettiğini anlatmaktadır. Hattâ ekseriya, birbirine yapışmış ve hafif bir çarpma ile biribirinden ayrılan parçalara sık sık tesadüf olunmaktadır. İri elmaslar daima iri bir kaya içinde bulunmaktadır ki, bu vaziyet te, ya hararet sahasının yahut ta büsbütün başka bir sebeple, kayanın kristalizasyon işini kolaylaştırmış olduğunu izah etmektedir. İri ve küçük elmasların bir arada bulunması pek nadirdir. Güzel bir taş daima mücerret olarak bulunmaktadır. Demek ki, bazı hususî sebepler dolayısilyle, bir yuva dahilindeki bütün unsurlar yalnız bir kristalde toplanmış bulunmaktadır.

«Bu sebepler ve daha birçokları, sularla nakledildikten sonra kristalize olacak unsurların mahallinde teşekkülü düşüncesine beni çekmektedir.

«Fakat, elmas haline inkılâp etmeğe mahsus olan bu uzvî maddeleri getiren sular nereden gelmiştir? Muhtelif arazi üzerinde yapmış olduğum en dikkatli etüde rağmen, bunu tayin etmekliğim kabil değildir.

«Bu keşfin yapılması muhakkak ki çok ehemmiyetlidir. Gerçekten, sularla takip olunan yolu meydana çıkarmak imkânı bulunursa, mecradan yukarı çıkmak suretiyle, elmasların hareket ettikleri esas noktaya varmak ve küçük mikyasta ve bir hayli miktarda hazneler bulmak kabil olamaz mı? Nazariyem tamamen tahakkuk ettiği takdirde, kendimi mes’ut telâkki edecektim, üstadım. Fakat bu işi artık ben yapmıyacağım; zira buradaki vazifemin tesbit edilmiş olan müddeti hemen hemen bitmek üzeredir. Bu itibarla, bu hususta esaslı bir neticeye varmak benim için şimdilik imkânsızdır.

«Kayalar üzerinde yapmış olduğum tahlillerden faydalanarak...»

Genç mühendis, mektubuna devam ederek, kendisi ve mektup yazdığı profesör için hiç şüphesiz ki çok alâka uyandırıcı teknik teferruata girerek çalışmalarından bahsediyordu.

Cyprien, gece yarısı, uzun mektubunu bitirdikten sonra, lâmbasını söndürmüş, hamağı içine uzanmış ve derin bir uykuya dalmıştı.

Çalışma, hiç olmazsa birkaç saat için ona acısını unutturmuş ise de, o güzel varlık, genç âlimin rüyasına bir kere daha girmiş ve ona henüz ümitsizliğe düşmemesini söylemişti.

önceki bölümiçindekilersonraki bölüm