CENUP YILDIZI
Jules Verne
IV
Cyprien Méré, ertesi gün, tuvaleti ile meşgul olurken, kendi kendine:
«Muhakkak gitmek lâzım, evet, Griqualand’dan gitmek lâzım! diye söylendi. Bu adam tarafından red cevabı verildikten sonra, burada daha bir gün kalmak benim için küçüklük olur! Kızını bana vermek istemedi! Belki de hakkı var! Her ne olursa olsun, bu vaziyetten dolayı her hangi bir şikâyete hakkım yok! Acı da olsa, ben bu kararı erkekçe kabul etmeği bilmek zorundayım.»
Cyprien, hiç tereddüt göstermeden eşyasını toplamağa başlamıştı. İşe hararetle koyulmuş bulunuyor ve durmadan çalışıyordu. Bu esnada, açık pencereden, sabah havası içinde, uzaktan gayet hoş ve saf bir ses geliyor ve bu tatlı ses, şair Moore’un en güzel melodilerinden birini terennüm ediyordu:
|
It is the last rose of summer,
Left blooming alone
All her lovely companions
Are faded and gone, |
«Bu, yazın son gülüdür, — çiçek olarak kalan; — bütün sevimli arkadaşları — solmuş yahut ölmüşlerdir.»
Cyprien, pencereye koştu, eteğine bir sürü yiyecek doldurmuş olan ve deve kuşlarının kapalı bulunduğu yere doğru giden Alice’i gördü. Şarkıyı söyliyen genç kızdı.
|
I will not leave thee, thou lone one!
To pine on the stem,
Since the lovely are sleeping,
Go sleep with them... |
«Bırakmayacağım, yalnız başına olan seni, — sapın üzerinde solmağa. — Çünkü diğer güzeller uyumağa gittiler, — Haydi, sen de onlarla beraber uyu!»
Genç mühendis, şiire karşı kendini o kadar hassas bilmediği halde, bu şarkının bütün varlığına derin surette nüfuz ettiğini hissetti. Soluğunu tutarak pencerenin yakınında durdu; bu tatlı sözleri içer gibi dinledi.
Şarkı kesilmişti. Mis Watkins, deve kuşlarına yemlerini dağıtıyor ve hayvanların uzun boyunlarını uzatıp gagalarını açmalarından pek hoşlanıyordu. Dağıtma işini bitirdikten sonra, şarkısına devam ederek yukarıya çıkmağa başladı:
|
It is the last rose of summer.
Left blooming alone...
Oh! who would inhabit
This black world alone?... |
«Bu, yazın son gülüdür, — çiçek olarak kalan. — Ah! Bu kara dünyada yalnız başına oturmağı kim ister?...»
Cyprien, bu sihirli sesin tesiri altında, olduğu yere mıhlanmış gibi, gözleri nemli bir halde ayakta duruyordu.
Ses uzaklaşıyor; Alice eve dönüyordu. Genç kız, binaya yirmi metre kalmış iken, arkasından doğru gelen süratli ayak seslerini duydu, geri baktı ve birdenbire durdu.
Cyprien, şuursuz, fakat mukavemet edilmez bir hareketle, başı açık bir vaziyette, kulübesinden dışarı çıkmış ve genç kızın peşi sıra koşmuştu.
— Mis Alice!
— Mösyö Méré?
Şimdi, her ikisi de, çiftlik kenarından giden yol üzerinde, güneş altında, biribirlerinin karşısında bulunuyorlardı. Zarif gölgeleri, tahta perdenin üzerine aksediyor; Cyprien, genç kızın yanına geldiği halde, yapmış olduğu bu hareketten dolayı şaşkına dönmüş gibi duruyor, kararsız bir halde susuyordu.
Genç kız alâka ile;
— Bana bir şey mi söyliyeceksiniz, Mösyö Méré? diye sordu.
Mühendis, pek metin olmıyan bozuk bir sesle cevap verdi:
— Size veda etmek istiyorum, Mis Alice!... Bugün gidiyorum!
Mis Watkins’in güzel ve nazik tenini canlandıran hafif kırmızılık birdenbire kaybolmuştu.
— Gitmek mi? Gitmek mi istiyorsunuz?... Nereye? diye pek şaşkın bir halde sordu.
Cyprien cevap verdi:
— Memleketime... Fransa’ya... Buradaki işlerim bitti!... Vazifem sona erdi... Artık Griqualand’da yapacak hiç bir işim kalmadı; binaenaleyh Paris’e dönmek mecburiyetindeyim...
Genç adam, bu sözleri kesik kesik söylerken, özür dileyen bir suçlunun edasını takınıyordu.
Ne söylediğini pek bilemiyecek kadar şaşıran Alice:
— Ya!... Demek böyle!... Zaten bu böyle olacaktı!... diye kekeledi.
Genç kız, şaşkınlık içinde idi. Bu haber onu, başına bir tokmak yemiş gibi, gayri şuurî saadeti içinde, hayrete düşürmüştü. Birdenbire, elinde olmıyarak, gözlerinde iri yaşlar birikti ve uzun kirpiklerin uçlarında sallanmağa başladı. Sonra, bu acı, onu hakikate doğru döndürmüş gibi, gülümsemek için kendinde biraz kuvvet buldu:
— Gitmek? diye tekrarladı. Demek ki, kimya dersini tamamlamadan sadık ve çalışkan talebenizi terketmek istiyorsunuz?... Oksijende kalmamı ve azot esrarının benim için ebediyen meçhul kalmasını ister misiniz?... Bu çok fena bir şey, Mösyö!
Genç kız, kendini tutmağa çalışarak şakalaşmağı deniyor; fakat sesinin tonu, sözlerini yalanlıyordu. Bütün kelimelerin altında derin bir infial seziliyor ve bu kelimeler, genç adamın kalbine ok gibi saplanıyordu. Alice her haliyle ona:
«Peki, ben ne olacağım? diyordu. Tabiî beni hesaba almıyorsunuz! Beni boşluğa, hiçliğe bırakıvereceksiniz, öyle değil mi? Buraya geldiniz, şu Boerlerin, şu haris madencilerin arasında, yüksek, imtiyazlı bir varlık, mağrur bir âlim, menfaat duygularından uzak bir kimse olarak göründünüz!... Tetkikatınızda ve çalışmalarınızda beni kendinize arkadaş yaptınız!... Kalbinizi bana açtınız, yüksek fikirlerinizi, edebî temayüllerinizi, san’at zevklerinizi benimle paylaştınız!... Sizin gibi düşünen ve kafasiyle yaşıyan bir insanla, etrafımı çeviren iki elli mahlûklar arasındaki mesafe farkını bana öğrettiniz!... Kendinizi sevdirmek için her şeyi yaptınız!... Buna son derecede muvaffak oldunuz!... Şimdi de karşıma çıkıp, açıkça, hareket etmek üzere olduğunuzu, her şeyin bittiğini, Paris’e döneceğinizi ve beni unutmakta acele ettiğinizi bildiriyorsunuz!... Siz benim bu neticeyi filozofi ile karşılayacağıma inanıyor musunuz?...»
Bütün bunlar Alice’in sözlerinde mevcuttu ve nemli gözleri her şeyi o kadar iyi anlatıyordu ki, Cyprien, ifade olunmıyan, fakat çok açık olarak anlaşılan bu şikâyete cevap vermek için:
«Ne yapayım, öyle lâzım geliyor!... Karım olmanız için dün sizi babanızdan istedim!... Bende hiç bir ümit kapısı bırakmaksızın red cevabı verdi!... Niçin gittiğimi şimdi anlıyor musunuz?» diye bağırmak istiyordu.
Tam bu sırada, vermiş olduğu sözü hatırlıyor; kurmuş olduğu hülya hakkında John Watkins’in kızına hiç bir şey söylememek zorunda olduğunu düşünüyor ve sözünü tutmadığı takdirde, kendi kendini hakir göreceğini gayet tabiî buluyordu.
Fakat, bununla beraber, bu anî hareket projesinin pek kaba ve hemen hemen vahşi bir düşünce olduğunu da hissediyordu. Hazırlık yapmadan, müddet tayin etmeden sevdiği ve gayet açık vaziyete nazaran kendisini çok samimî ve çok derin surette sevdiğini gördüğü bu güzel kızı bırakıp gitmek ona biraz imkânsız gibi görünüyordu!
İki saat evvel vermiş olduğu bu karar onu şimdi korkutuyor, tiksindiriyor, yapmış olduğu hatayı itirafa bile cesaret edemiyordu.
Birdenbire, söylediği sözü inkâr eder gibi:
— Her ne kadar gitmekten bahsediyorsam da, hemen bu sabah hareket edecek değilim, Mis Alice, dedi. Hattâ zannedersem, bugün de gidemem!... Daha bazı notlarım var... Hazırlık yapacağım!... Her ne hal ise, sizi daha görecek ve sizinle konuşacağım... Etüd plânınız üzerinde görüşeceğiz!
Cyprien, bu sözleri söylemesiyle beraber, anî surette geri dönerek, bir çılgın gibi oradan kaçtı, kulübesine girdi, koltuğuna çöktü ve derin derin düşünmeğe başladı.
Düşüncelerinin mecrası değişmişti.
Kendi kendine söyleniyordu:
«Biraz para olmamasından dolayı, böyle güzel bir varlıktan vaz geçmek! Daha ilk maniada partiyi bırakmak!... Tasavvur ettiğim cesaret bu mu?...
Ona lâyık olmak için gayret göstermekliğim ve bir kaç vehimli düşünceyi feda etmekliğim lâzım gelmez mi?... Birçok kimseler, elmas aramakla, birkaç ay içinde servet yapıp zengin oluyorlar!... Ben neden bunu yapmıyayım? Başkalarının yaptığı gibi, yüz kıratlık bir taşı bulmaklığım, yahut ta yeni bir damar keşfetmekliğim için bana kim mâni olabilir ki? Ben, muhakkak ki, bütün şu adamların ekserisinden daha fazla nazarî ve amelî bilgilere sahip bir insanım! Azıcık şansın yardımiyle ilmin onlara verdiği şeyi bana vermemesi için ortada ne gibi bir sebep var?... Deneme teşebbüsüne girişmekle ne kaybedeceğim ki?... Hattâ vazifem itibariyle de elime kazma, kürek alarak bir madenci gibi çalışmaklığım her halde benim için faydalı olacaktır!... Eğer muvaffak olursam ve bu iptidaî vasıta ile zengin oluverirsem, John Watkins’in yumuşamıyacağını, ilk kararından dönmiyeceğini kim bilebilir? Ne olursa olsun, elde edilecek nimet, her halde külfete değer!...»
Cyprien, lâboratuvar içinde dolaşmağa başlamıştı; fakat bu defa, kolları iş görmiyor, yalnız dimağı çalışıyordu.
Birdenbire durdu, şapkasını başına geçirdi ve dışarı çıktı.
Ovaya doğru inen patikayı tuttuktan sonra, geniş adımlarla Vandergaart-Kopje’ye doğru yürümeğe başladı.
Bir saatten az bir zaman zarfında madene vardı.
Bu sırada, madenciler, kalabalık halinde ikinci yemek için kampa dönüyorlardı. Cyprien, bütün bu adamların yorgun yüzlerini gözden geçirirken ve kendisi için lüzumlu olan malûmatı kimden alabileceğini düşünürken, eski Lancashire madencisi olan Thomas Steel’i bir grup içinde görüp tanıdı.
Cyprien, bu adama yaklaşmağa ve ona projelerinden bahsetmeğe karar verdi. Düşüncelerini söyledikten sonra, madenci:
— Eğer paranız varsa, bir maden açmaktan kolay hiç bir şey olamaz! diye cevap verdi. Dört yüz İngiliz lirası bu işi görür! Kendi hesabınıza çalıştıracağınız beş altı zenci ile haftada, en aşağı yedi, sekiz yüz franklık bir kazanç elde edebilirsiniz!
— Fakat, bu kadar param yok ki, yanımda küçük bir zenci de bulundurmıyorum!
— O halde, madenden bir hisse satın alınız — Meselâ sekizde bir veyahut ta on altıda bir gibi — ve bizzat çalışınız! Bin frank bu işi görmeğe kâfidir!
Genç mühendis cevap verdi:
— Çaresine bakacağım. Fakat, Mister Steel, merakımı mazur görünüz, siz nasıl yaptınız? Buraya bir sermaye ile mi geldiniz?
Adam cevap verdi:
— Ben buraya kollarım ve cebimde üç küçük altınla geldim. Evvelâ sekizde bir hisse hesabiyle çalıştım. Mal sahibi, işlerle meşgul olmaktan daha ziyade kahvede oturmaktan hoşlanıyordu. Aramızdaki anlaşmaya göre, bulduğumuz taşları paylaşacaktım... Oldukça güzel taşlar buldum; bilhassa beş kıratlık bir taşı iki yüz İngiliz lirasına sattık! Bu tarzdaki çalışmadan yorulduğum için, on altıda bir hisse satın aldım ve tek başıma işletmeğe başladım. Çok küçük taşlar bulduğum için, on gün evvel bu işi de bıraktım. Şimdi, Avustralyalı olan bir adamın sahası üzerinde yarı yarıya olmak üzere çalışıyorum. Fakat ilk hafta zarfında henüz beş İngiliz lirası kazanmış vaziyetteyiz.
Genç mühendis sordu:
— Pek pahalı olmamak şartile, ben de sizin topraktan bir hisse alırsam, işletmek hususunda benimle beraber çalışmağa razı olur musunuz?
Thomas Steel cevap verdi:
— Hay hay, yalnız bir şart koşacağım: Her birimizin bulduğu kendine ait olacaktır! Bunu bir itimatsızlık telâkki etmeyiniz, Mösyö Méré! Sözlerimden anlıyorsunuz ki, buraya geldiğim gündenberi, ortaklık işinden daima zararlı çıktım. Zira kazma, kürek bana yarıyor ve ben başkalarının gördüğü işin, iki, üç mislini yaparım!
Cyprien cevap verdi:
— Düşüncenizi yerinde buluyorum.
Lancashire’li madenci birdenbire:
— Aklıma bir şey geldi! dedi, düşüncem belki iyidir!... John Watkins’in arazisinden bir kısmını ikimiz alsak, ne dersiniz buna?
— Arazisinden bir kısmını mı? Kopje toprağının hepsi ona ait değil mi?
— Şüphesiz, Mösyö Méré; fakat biliyorsunuz ki, müstemleke hükümeti, elmas damarı bulunan toprağa derhal el koyar. Kadastro ve arazinin taksimi işini kendisi idare eder ve mal sahibine muayyen bir para öder. İşin gerçek tarafına bakılırsa, bu para mükemmel bir gelirdir ve mal sahibi daima çalıştırabileceği bir sürü topraklar mübayaa etmek ister. İşte John Watkins’in vaziyeti budur. İşletilmekte olan birçok madenleri olduğu gibi henüz işletilmemiş olanları da vardır. Fakat onları istediği gibi işletemez, çünkü hastalığı, iş sahasına gelmeğe mânidir. Eğer kendisinden bir kısım toprağı almak teklifinde bulunacak olursanız, teklifinizi müsait şartlarla karşılıyacağını zannediyorum.
Cyprien cevap verdi:
— Alış verişin sizinle onun arasında kalmasını tercih ederim.
— Ehemmiyeti yok, açıkça konuşuruz!
Üç saat sonra, plân üzerinde gösterildiği gibi hudutları malûm olan 942 numaralı saha, doksan İngiliz liralık bir prim tediyesi ve ruhsatiyesi alıcının eline teslim edilmek suretiyle Mösyö Méré ile Mister Thomas Steel’e devrolunmuştu. Kiralama mukavelesinde hususî bir şart koşulmuştu ki, bu şart ta, madeni işletecek olan kimseler tarafından bulunacak olan on kırattan yukarı ilk üç elmasın John Watkins’e verileceğini âmirdi.
İş, Cyprien için mükemmel telâkki olunabilirdi. Mister Watkins, mukavelenin imzasından sonra, genç adamın omuzuna dokunarak:
— İyi bir iş yaptınız, oğlum! dedi. Sizde bir hayli kabiliyet var! Griqualand’daki en mükemmel madencilerimizden biri olduğunuzu gördüğüm vakit buna hiç şaşmıyacağım!
Cyprien, bu sözlerden, istikbal için hayırlı şeyler ummaktan kendini menedememişti.
Görüşmede hazır bulunan Mis Watkins’in mavi gözlerinde parlak bir güneş ışığı bulunuyor; bu gözlerin sabah vaktini ağlıyarak geçirdiğini anlatan hiç bir emare dikkati çekmiyor; her iki genç te, sanki aralarında anlaşmış gibi, sabahleyin geçen hazin sahne hakkında bir şey söylemekten çekiniyorlardı. Cyprien’in kaldığı muhakkak gibi görülüyor; meselenin esası anlaşıldıktan sonra, artık başka söze lüzum kalmıyordu.
Genç mühendis, içinde bir, iki elbisesi bulunan hafif bir valizi götürmek suretiyle hazırlık yapmak için kalbi rahat bir halde evine dönüyor; Vandergaart-Kopje’de, çadır altında yatıp kalkmağı ve ancak dinlenme zamanlarını geçirmek üzere çiftliğe dönmeği aklından geçiriyordu.
|