CENUP YILDIZI
Jules Verne
VI
Bu tarzdaki muhavere, takdir olunacağı gibi, genç mühendis için hiç te hoşa gidecek bir şey değildi. Çünkü, müstakbel kayın babası gibi telâkki etmek istediği bir adamın şerefi üzerinde böyle malûmat almak canını sıkıyor ve buna bir türlü inanmak istemiyordu. Jacobus Vandergaart’ın sabit bir fikre saplanması ihtimali üzerinde duruyor; bir gün meseleyi John Watkins’e iki kelime ile açıyor ve adam, kahkahalarla güldükten sonra, baş parmağını alnına dokundurarak, ihtiyar Vandergaart’ın dimağında bir bozukluk olduğunu ve bu bozukluğun da günden güne arttığını söylüyordu!
Maamafih, ihtiyarın, elmas madeni keşfi fikrini kafasına yerleştirerek ortada hiç bir sebep olmaksızın madenin kendi mülkü olduğu hakkında iddia yürütmesi pek te imkânsız değildi. Her ne olursa olsun, mahkeme onu haksız çıkarmıştı; hâkimlerin her hangi bir hataya düşmeleri de zayıf bir ihtimaldi.
İşte genç mühendis, Jacobus Vandergart’ın düşüncelerini öğrendikten sonra, John Watkins’le olan münasebatında kendini mazur görmek ve meseleyi iyi tarafından almak için böyle düşünüyor, böyle düşünmek mecburiyetini hissediyordu.
Kampta bir komşu daha vardı ki, Cyprien, fırsat buldukça bu komşuyu da ziyaret ediyordu. Mathis Pretorius isminde bir çiftçi olan ve Griqualand’daki bütün madenciler tarafından gayet iyi tanılan bu adam, tabiî rengiyle Boer hayatı yaşıyor ve mühendis, onun evinde bu hayatı her zaman buluyordu.
Mathis Pretorius, kırk yaşlarında olmakla beraber, bu memlekete gelip yerleşmeden evvel, Oranj nehrinin geniş havzasında uzun zaman dolaşmıştı. Fakat bu göçebe hayat, ihtiyar Jacobus Vandergaart’ın başına geldiği gibi, onu yormamış, yıpratmamıştı. Bilâkis, onu zorlukla yürüyecek kadar şişmanlatmıştı. Şimdi nerede ise bir fil ile mukayese edilebilecek bir durumda bulunuyordu.
Muhteşem vücuduna göre imal edilmiş olan geniş tahta koltuğuna hemen hemen kurulmuş bir halde bulunan Mathis Pretorius, iri bir deve kuşuyle çekilen arabasiyle dışarı çıkıyordu. Kuşun, bu iri ve muazzam bir kütle halindeki vücudu çekmek için, muhakkak ki, büyük bir adelî kuvvete malik olması lâzım gelirdi.
Mathis Pretorius, kantincilerle sebze alış verişi yapmak için kampa geliyordu. Herkes tarafından tanıldığı ve sevildiği için, madenciler onunla şakalaşıyorlar; Basuto yahut Zuluların müthiş bir hücumda bulunacaklarından bahsederek onu korkutmağa çalışıyorlardı. Bazan, onun karşısında sözde gazeteden okuyorlarmış gibi, yeni bir kanun projesi hazırlandığından ve bu kanun projesinde İngilterenin nüfuzu altında olan memleketlerde üç yüz libreden yukarı olan her ferdin ölüm cezasına mahkûm edileceğine dair ahkâm mevcut olduğundan bahsediyorlardı. Yahut ta, Driesfontein yolu üzerinde kuduz bir köpek görüldüğü haber veriliyor ve zavallı Mathis Pretorius, evine gitmek mecburiyetinde iken, kampta kalmak maksadiyle bin bir bahane buluyordu.
Fakat bütün bu hayalî korkular, onun malikânesi üzerinde bir elmas madeninin bulunduğunu görmekten duyduğu dehşet kadar samimî değildi. Böyle bir şeyi düşünmek dahi istemiyor; düşündükçe, o haris insanların, onun güzel sebze bahçelerini nasıl altüst ettiklerini, her tarafı nasıl kazdıklarını görür gibi olarak çileden çıkıyordu. Bu kara düşünceler dimağını sardıkça öleceğini hisseder gibi oluyor; aksi bir tesadüf eseri olarak evinin etrafında bir maden arayıcısını görünce, artık yemeden, içmeden kesiliyor, bununla beraber, mütemadiyen şişiyordu!
Onu en çok rahatsız eden Annibal Pantalacci idi. Görünüşe göre vaziyeti iyi olan, kendi sahasında üç zenci kullanan bu hain Napolili, zavallı Boer’in zayıf tarafını keşfetmişti. Hiç olmazsa, haftada bir defacık olsun, Pretorius çiftliğinin civarındaki toprakta sondaj yapmak, öteyi beriyi kazmak gibi tuhaf şakalar yapıyordu.
Bu arazi, kampın takriben iki mil yukarısında olmak üzere Vaal’in sol kıyısı üzerinde uzuyor ve elmas damarlarını ihtiva etmesi hususunda bazı emareler gösteriyordu.
Annibal Pantalacci, bu budalaca komediyi iyi oynamak için görünecek bir yerde olmak üzere, Mathis Pretorius’un pencereleri karşısında çalışıyor ve ekser zamanlarda, kendisiyle beraber birkaç adam da getiriyordu.
Böyle bir zamanda zavallı adamın, perdesi arkasına gizlenerek, toprak kazmakla meşgul kimselerin harekâtını sıkıntı ile takip ettiğini, onları gözlediğini görmek kabil oluyordu. Biçare adamın, arazisinin bir istilâya uğrama tehlikesi karşısında kaldığını sandığı takdirde, ahırına hemen gideceği, deve kuşunu arabasına koşturarak oradan derhal uzaklaşacağı muhakkaktı.
— Lirnpopo’nun şimalindeki Buşimanların yanına gideceğim! diyordu. On sene evvel, onlarla fil dişi ticareti yapıyordum. Vallahi ne yalan söyliyeyim, şu İngilizlerin arasında kalmaktansa, vahşi insanların içinde, arslanların ve çakalların arasında bulunmak yüz kere daha iyidir!
Zavallı çiftçinin bu gizli düşüncelerini öğrenen sırdaşı, — bütün sırdaşların hiç değişmiyen âdetine göre — pek tabiî olarak, bu düşünceleri derhal ortaya yaymakta kusur etmiyordu! Yine pek tabiidir ki, Kopje madencileri içinde böyle bir eğlenceden en çok zevk alan Annibal Pantalacci oluyordu.
Napolilinin mutadı olan kötü şakalarının başka bir kurbanı da, eskiden olduğu gibi, Çinli Li idi.
Çinli de, bir çamaşırcı dükkânı açmak suretiyle, Vandergaart-Kopje’ye yerleşmişti.
Cyprien’in Cap’tan Griqualand’a kadar yolculuğunun ilk günlerinde, pek dikkatini çekmiş olan o meşhur kırmızı kutu, fırça, soda, sabun ve çivitten başka bir şey ihtiva etmiyordu. Bu memlekette para yapmak için zeki bir Çinliye bundan daha fazlası lâzım değildi.
| |
Cyprien, daima sessiz ve ihtiyatlı olan ve çamaşır sepetini yüklenmiş bulunan Li’ye rastladığı vakit gülmekten kendini alamıyordu. Bununla beraber fena halde canını sıkan bir mesele vardı ki, bu da, Annibal Pantalacci’nin, bu zavallı adama karşı hakikaten pek vahşiyane hareket etmesi idi. Sululuğunu o kadar arttırıyordu ki, Çinlinin çamaşır teknesi içine mürekkep şişeleri atıyor, onu yere düşürmek için kapısı önüne ipler geriyor, otururken, bluzundan çivileyordu. Bilhassa, fırsat çıktıkça, «pis köpek» diye seslenerek onun bacaklarına tekme vuruyor ve vaziyeti müsait oldukça bu işleri hemen her hafta tekrarlıyordu. Li’nin gayet temiz yıkamasına rağmen, çamaşırlarını hiç bir vakit beğenmiyor, ütüde küçücük bir kusur, bir kıvrım olsa, korkunç hiddet gösteriyor ve zavallı Çinliye, sanki kölesi imiş gibi, yapmadığını bırakmıyordu.
İşte kampın kaba saba eğlenceleri bu gibi tatsız hareketlerdi; fakat bu sululuklar bazan facia halini de alıyordu. Meselâ, madende çalışan zencilerden biri, bir elmas hırsızlığından dolayı itham edildiği takdirde, herkes, mücrimi mahkeme huzuruna çıkarmağı kendine bir vazife bilerek derhal harekete geçiyor ve suçlu, bir hayli kuvvetli yumruklar yiyordu. Hâkim, suçlu için beraet kararı vermiş olsa bile, zavallı adamın yediği dayaklar yanına kâr kalıyordu. Zaten beraet kararı vermek pek nadir bir keyfiyetti.
Madencilerin, hırsızlık kadar göz yummadıkları affetmedikleri bir suç daha vardı ki, o da, yataklık etmek suçu idi.
Genç mühendisle Griqualand’a ayni zamanda gelmiş olan Ward isminde bir Amerikalı, bir zenci tarafından satılan elmasları almak için çok zalim bir vaziyet karşısında kalmıştı. Bir zenci kanunen elmas sahibi olamazdı. Kanun, bu gibilerin bir arazi satın almasını veyahut ta kendi hesaplarına çalışmalarını menediyordu.
Vaka derhal ortalığa yayılmıştı. Akşam üzeri, herkesin yemekten sonra .eğlenceye daldığı bir saatte, gazaba gelmiş olan bir kalabalık, suçlunun bulunduğu kantine doğru koşmuş, binayı ateşe vermişler, Amerikalı, bir düzine kadar atlı polisin sayesinde yakayı zor kurtarabilmişti.
Bu yarı vahşi, cahil ve katışık halk arasındaki şiddet sahneleri pek boldu. Bu kamp içinde hemen her milletten insan vardı. Buradaki para hırsı, sarhoşluk, sıcak bir iklimin tesiri, ümitsizlik ve hayal sukutu gibi haller, dimağları tutuşturmak ve şuurları bulandırmak hususunda biribirleriyle yarış ediyorlardı! Araştırma ile meşgul olan bütün bu insanlar mes’ut olabilseler, belki sükûnetlerini ve sabırlarını muhafaza edebileceklerdi! Fakat, içlerinden birine, yüksek kıymette bir taş bulmak şansı düşüyorsa da, geri tarafta kalan yüzlece insan, ihtiyaçlarını pek kıt bir halde karşılıyacak olan parayı güçlükle kazanıyorlar, birçokları sefalete düşüyorlardı. Maden, bir kumar masasının yeşil çuhası gibi idi. Bu çuha üzerinde yalnız sermaye tehlikeye sokulmuyor, ayni zamanda vakit, zahmet ve sıhhat te heder olup gidiyordu.
Cyprien, bu vaziyeti, günden güne daha açık olarak görmeğe başlıyor; çalışma tarzını değiştirmek zorunda kaldığı vakit, gayet az verimli olan bu meslekte devam edip etmemesini kendi kendine soruyordu.
Bir sabah, kampa gelip kendilerine iş ariyan bir düzine kadar zenci ile karşı karşıya gelmişti.
Bu zavallı insanlar, Basuto diyarı denilen çok uzak dağlardan geliyorlardı. Oranj nehri boyunca, Afrika yerlileri usulü veçhile dizi halinde yürüyerek, yolda buldukları nebatlarla ve çekirgelerle karınlarını doyurarak, yüz elli fersahtan fazla bir mesafeyi yaya olarak geçmişlerdi.
Canlı mahluktan daha ziyade iskelete benziyerek müthiş surette zayıf düşmüş bir halde idiler. Vaziyetleri bitikti. Hiç kimse onları işe almağa yanaşmadığı için, yol kenarında bir yere diz çökmüş olarak, sefaletten perişan bir vaziyette kararsız, meyus ve şaşkın bir halde oturuyorlardı.
Cyprien, bu adamların manzarasından dolayı derin biı teessür hissetti. Beklemelerini işaret ederek yemek yediği otele döndü. Kaynar sudan geçirilmiş bir kazan mısır unu, birkaç kutu et konservesi ve iki şişe rom ısmarlıyarak zencilere gönderdi. Sonra, zavallıların bu hiç ummadıkları ziyafeti nasıl karşılıyacaklarını görmeğe gitti. Zenciler, on beş gün kadar açlık çektikten sonra, bir sal üzerinden toplanan deniz kazazedeleri vaziyetinde idiler. O tarzda yemek yiyorlardı ki, bir çeyrek saat sonra, obüs gibi patlamaları işten değildi. Nihayet, sıhhatlerini korumak rnaksadiyle, bu oburcasına, manzarası, seyredenleri bile tıkayan bu canavarcasına yenen yemeğe bir had tayin etmek lâzım geldi!
Yalnız; zencilerden yüzü zeki ve ince görünen, diğerlerinden daha genç olduğu anlaşılan biri, bu iyiliği yapana karşı teşekkürde bulunmağı düşündü. Cyprien’e yaklaştı; nazik bir hareketle genç adamın elini tuttu, sonra başı üzerine götürdü.
Bu şükran ifadesinden müteessir olan genç mühendis gelişi güzel olmak üzere:
— İsmin ne senin? diye sordu.
Birkaç İngilizce kelimeyi tesadüfen öğrenmiş bulunan zenci, hemen cevap verdi:
— Matakit.
Temiz ve itimat verici bakışları Cyprien’in hoşuna gitmişti. Hattâ bu uzun boylu ve kuvvetli çocuğu madeninde çalıştırmağı düşündü. Düşüncesi hiç te fena değildi.
Kendi kendine:
— Ne olursa olsun, burada bu işi herkes yapıyor! Bu zavallı ve fakir zencinin Pantalacci gibilerin eline düşmektense, benim yanımda çalışması her halde daha iyidir, dedi.
Sözüne devam ederek:
— Buraya iş aramağa mı geldin, Matakit? diye sordu.
Zenci bir tasdik işareti yaptı.
— Benim yanımda çalışır mısın? Yemeğini ben vereceğim, sana âletler temin edeceğim ve ayda da yirmi şilin alacaksın!
Tarife böyle idi. Cyprien, bütün kampın kendisine karşı ayaklanmasını istemediği için, daha fazlasını teklif edemiyeceğini biliyordu.
Matakit, gülümsedi ve cevap olmak üzere iki sıra bembeyaz dişlerini gösterdi ve hamisinin elini başı üzerine koydu. Mukavele imzalanmıştı.
Cyprien, yeni hizmetkârını derhal evine götürdü. Valizinden bir bez pantalon, bir fanila gömlek, eski bir şapka çıkararak bunları Matakit’e verdi. Zenci gözlerine inanamıyordu. Kampa daha gelir gelmez gayet mükemmel, gayet süslü elbiseler giymek, zavallı adamın en cüretkâr rüyalarında bile göremiyeceği mühim bir hâdise idi. Şükranını ve sevincini nasıl ifade edeceğini bilemiyordu. Olduğu yerde sallanıyor, gülüyor ve hattâ ağlıyordu.
Cyprien:
— Matakit, sen bana iyi bir çocuk gibi görünüyorsun! dedi. Biraz İngilizceden anladığım görüyorum!... Söyliyecek bir kelime bilmiyor musun?
Zenci bir hayır işareti yaptı.
Cyprien, bunun üzerine:
— Mademki vaziyet böyle, o halde ben de sana Fransızca öğretirim! dedi.
Ve vakit geçirmeden, kullanılan eşya isimlerinden başlamak ve tekrarlanmak suretiyle talebesine ilk dersi verdi.
Matakit, yalnız iyi ve mert bir çocuk olmakla kalmıyor, ayni zamanda müstesna bir hafıza kuvvetine de malik olmak üzere gayet zeki görünüyordu. İki saate varmadan yüzden fazla kelime öğrenmiş bulunuyor ve bu kelimeleri oldukça doğru telâffuz ediyordu.
Zencinin yol yorgunluğunu gidermek ve onu çalışabilecek bir duruma getirmek için yedi, sekiz günlük bir dinlenme ve çok iyi beslenme lâzım gelmişti. Bu sekiz gün, öğretmenle talebesi arasında gayet iyi kullanılmış ve Matakit, hafta sonunda, hakikatte yanlış bile olmuş olsa, bir takım Fransızca cümleler söyliyebilecek duruma gelmişti. Cyprien, onun macerasını yeni dil ile dinlemişti. Başından geçenler çok basitti.
Matakit, güneşin yükselmekte olduğu dağlarda bulunan memleketinin ismini bilmiyordu. Yalnız, söyliyebileceği bir şey vardı ki, o da, orada herkesin çok fakir, çok sefil oluşu idi. O da, başkaları gibi, servet yapmak istemiş ve elmas sahasına gelmişti.
Acaba orada ne kazanacağını ümit ediyordu?
Onun bütün istediği şey bir kırmızı kaput ve on kere on gümüş para idi.
Zenciler, hakikaten altın paradan nefret ediyorlardı. Bu düşünce, onlarla ticarette bulunan ilk Avrupalıların yapmış oldukları telkinden ileri geliyordu.
Acaba Matakit, bu gümüş paraları ne yapacaktı?
Yapacağı işler şunlardı: Kırmızı bir kaput, bir tüfek ve barut alacak, sonra, köyüne dönecekti. Orada, kendi hesabına çalışacak olan bir kadın satın alacak, ineğini besliyecek ve mısır tarlasını belliyecekti. Bu şartlar içinde mühim bir adam, büyük bir şef olacaktı. Herkes onun tüfeğine ve büyük servetine gıpta edecek, nihayet uzun seneler yaşadıktan sonra, itibarını muhafaza etmek suretiyle ölecekti. Bütün bunlar o kadar anlaşılmıyacak şeyler değildi.
Cyprien, bu çok basit programı dinlerken düşünceli bir halde kalmıştı. Hakikaten düşünmek zorunda bulunuyordu. Çünkü, bir kırmızı kaputtan, bir tüfekten daha ehemmiyetli olan şeylerin gaye edinilmesini göstermek suretiyle bu zavallı vahşinin ufkunu değiştirmek, genişletmek doğru olur mu idi? Hasretini çektiği hayatı, köyü içinde sükûnetle tamamlamağa gitmesi maksadiyle, onu cehli içinde bırakmak daha iyi değil mi idi? Mesele, genç mühendisin çözmeğe cesaret edemiyeceği kadar mühimdi; fakat Matakit, yakın zamanda bunu kendi kendine hal edebilecekti.
Genç zenci, Fransız dilinin ilk esaslarını öğrenmek için harikulade bir heves göstermişti. Ardı arası kesilmez sualler soruyor, her şeyi bilmek, her şeyin ismini öğrenmek, bu şeylerin kullanış tarzını, menşeini anlamak istiyordu.
Cyprien, genç zencinin bu istidadı karşısında, ona her akşam bir saat kadar ders vermeği aklına koymuş bulunuyordu. Bu hiç görülmemiş istidat ve şevke karşı alâka duyan Mis Watkins te, genç zencinin öğrendiği şeyleri kendisinden birer birer dinlemek suretiyle ona yardımda bulunuyor ve derslerini tekrarlıyordu.
Cyprien, Matakit’in tavsiyesi üzerine, onun mensup olduğu kabileden zekâ ve çalışkanlık itibariyle takdire lâyık Bardik isminde diğer bir zenciyi de yanına almıştı.
O sırada genç mühendise bir şans gelmiş, yedi kıratlık bir tas bulmuş ve bu taşı beş bin frank mukabilinde derhal simsar Nathan’a satmıştı.
Bu çok güzel, çok mükemmel bir iş olmuştu.
Cyprien Méré kendi kendine:
«Eğer bana iki, üç ayda bir olmak üzere, böyle bir şans gelecek olursa, çok ilerlemiş olurum! diyordu. Fakat, bilmem ki, bu kadarı kâfi mi?... Bana lâzım olan yedi kıratlık bir elmas değildir, bunun gibi, bin, bin beş yüz taş elde etmekliğim icap ediyor... Aksi halde, Mis Watkins, ya şu James Hılton’a yahut başka birine varmak üzere elimden kaçacaktır!»
Cyprien, bir gün, yemekten sonra, sıcak ve tozlu, elmas madenlerinin havasında daima mevcut olup insanın gözlerini körleten kızıl tozlu bir günde, Kopje’den dönerken ve kendini kederli düşüncelere kaptırmış bir halde yürürken, münferit bir kulübenin köşesine geldiği vakit, birdenbire gözlerini bürüyen dehşetten dolayı geri çekildi. Gözlerinin karşısında çok acıklı bir manzara bulunuyordu.
Kulübenin duvarı karşısında olmak üzere, arkası toprakta ve oku havada olan bir öküz arabasının okuna bir adam asılmıştı. Ayakları ve kolları upuzun duran bu adamın vücudunda hiç bir hareket yoktu.
Manzara korkunçtu.
Cyprien, evvelâ şaşalamış, fakat sonra, uzun saçiyle boynundan asılı olan Çinli Li’yi görüp tanıyınca, çok şiddetli bir acıma hissiyle bütün varlığının sarsıldığını duymuştu.
Genç mühendis, evvelâ yapılması lâzım gelen iş üzerinde hiç tereddüt göstermedi. Araba okunun ucuna kadar tırmanması, vücudu kolları arasına alması, çakısile saçı kesmesi yarım dakikalık bir iş oldu. Bunu yaptıktan sonra, oka tutunarak aşağıya kadar ihtiyatla kaydı ve yükünü kulübenin gölgesine yatırdı.
Tam zamanı idi. Li’nin vücudu henüz soğumamıştı. Kalbi çok zayıf olarak vuruyor, fakat ne olursa olsun, çalışıyordu. Ne kadar garip ki, Çinli çabucak gözlerini açtı; gözlerini açmasiyle beraber, kendine gelmiş göründü.
Zavallı adamın soğukkanlı yüzünde, büyük bir felâketten kurtulduğuna dair hiç bir sevinç emaresi olmadığı gibi, her hangi bir korku ve hayret te yoktu. Mübarek adam, sanki hafif bir uykudan uyanmış gibi idi.
Cyprien, ona birkaç yudum su içirdi.
Sözlerini, Li’nin anlıyamıyacağım unutarak:
— Şimdi konuşabilecek misiniz? diye sordu.
Çinli bir tasdik işareti yaptı.
— Sizi böyle kim astı?
Çinli yaptığı işde bir fevkalâdelik ve anlaşılmazlık olmadığından şüphe etmiyen bir kimsenin edasiyle:
— Ben, diye cevap verdi.
— Siz mi?... Yaptığınız iş bir intihardır!... Fakat neden?
Çinli cevap verdi:
— Li, sıcağa tahammül edemiyordu!... Li, sıkılıyordu!...
Çinli bu sözleri söylerken, bir takım yeni suallerden kaçmak içinmiş gibi, derhal gözlerini kapadı.
Cyprien, bu esnada, muhaverenin Fransızca olarak cereyan ettiğini farkederek:
— İngilizce de konuşur musunuz? diye sordu.
Li, kirpiklerini yukarıya doğru kaldırarak cevap verdi:
— Evet.
Çinlinin küçük ve yayvan burnunun her iki tarafındaki gözleri, tıpkı iki düğme deliğini andırıyordu. Cyprien bu bakışta biraz istihza sezer gibi oluyordu.
Ciddî bir eda ile:
— Gösterdiğiniz sebep pek saçma! dedi. Hava çok sıcak olduğu için intihar edilmez!... Ciddî konuşunuz!... Ben bu işde şu Pantalacci denilen herifin parmağı olduğu zannındayım! Ne dersiniz?
Çinli başını eğdi. Sesini alçaltarak:
— Saçımı kesmek istiyordu, dedi. Bir, iki güne kalmadan buna muvaffak olacağından emindim!
Li, o esnada, meşhur saçını Cyprien’in elinde gördü, her şeyin üstünde telâkki ettiği büyük felâketin vukua gelmiş olduğunu anladı.
Yürekler paralayıcı bir sesle haykırdı:
— Ah, mösyö, ne yaptınız?... Siz... Saçımı siz kestiniz!...
— Ne yapayım, dostum, sizi asıldığınız yerden aşağı indirmek için başka çare yoktu!...
Çinli, bu saç kesimi işinden dolayı, âdeta bir uzvu kesilmiş kadar müteessir görünüyordu. Cyprien, onun yeni bir intihar usulü aramakla meşgul olduğunu görmekten çekinerek, Çinliyi yanında götürmek suretiyle kulübesine dönmeğe karar verdi.
Li, mühendisi tam bir itaatle takip etti; kurtarıcısının yanında olmak üzere sofraya oturdu. Teşebbüsünü tekrarlamıyacağına dair söz verdi. Bir fincan sıcak çayın tesiriyle sinirleri yatışarak, hal. tercümesi hakkında bazı malûmat dahi verdi.
Kanton’da doğmuş olan Li, bir İngiliz ticarethanesinde ticaret için yetiştirilmişti. Sonra, Seylan’a geçmiş, oradan Avustralya’ya gitmiş ve nihayet Afrika’ya gelmişti. Nereye gitti ise esaslı bir para yüzü görmemiş, talih ona gülümsememişti. Maden havzası dahilinde yapmış olduğu çamaşırcılık, denemiş olduğu diğer yirmi meslekten her ne kadar daha mükemmel değil ise de kendini pek âlâ geçindirebiliyordu. Fakat onun yegâne düşmanı Annibal Pantalacci idi. Bu herif onu sefil ediyor; o olmasa. Griqualand’daki hayatının belki düzelebileceğini umuyordu! Sırf bu adamın müz’iç tecavüzlerinden kurtulmak için hayatına kıymak istemişti.
Cyprien, vaziyeti iyice öğrendikten sonra, Napoliliye karşı kendisini himaye edeceğini zavallı adama temin etti ve onu yalnız teselli bulmuş olarak değil, ayni zamanda memleketinin saç hakkındaki batıl düşüncesinden tamamen kurtulmuş vaziyette evine gönderdi.
Acaba mühendis, bu işde nasıl muvaffak olmuştu? Mesele, hem basit ve hem de ehemmiyetli idi. Mühendis, Li’ye, asılmış bir kimsenin ipinin saadet getireceğini, talihsizliğinin muhakkak surette nihayete erdiğini ve şimdi bütün tılsımın cebindeki saçta olduğunu bildirmişti.
«Her ne olursa olsun, Pantalacci, artık onun saçını kesemiyecekti!»
Çin tarzına pek uygun düşen bu muhakeme, Li’nin fikirlerini düzeltiyordu.
|