CENUP YILDIZI
Jules Verne
VII
Aradan elli günlük bir zaman geçtiği halde, Cyprien, kendi madeninde tek elmas bulmamıştı. Bu madencilik mesleğinden gitgide nefret ediyor ve bu meslek ona, birinci derecede bir saha satın alacak ve bu sahada çalışmağa elverişli bir düzine kadar zenci amele tutacak bir sermaye ile mücehhez olmadıktan sonra, pek çocukça, pek oyalayıcı gibi görünüyordu.
Cyprien, bir sabah, Matakit ve Bardik’in Thomas Steel ile beraber gitmelerini söyliyerek çadırı altında yalnız başına kaldı. Kendisine bir fil dişi taciri ile mektup göndermiş olan dostu Pharamond Barthès’e cevap vermek istiyordu.
Pharamond Barthès, avcılık ve macera hayatından gayet memnundu. Üç arslan, on altı fil, yedi kaplan, sayılamıyacak kadar zürafa ve ceylân vurmuştu. Yenecek av hayvanları hesaba dahil değildi. Mektubunda tarihte ismi geçen fatihler gibi, savaştan savaşa koştuğunu, vurduğu hayvanların kürkleri ile fil dişlerinin satışından mühim bir kazanç temin edeceğini söylüyor ve mektubunu şöylece bitiriyordu:
«Limpopo kıyısına gelip benimle bir dolaşma yapmıyacak mısın? Gelecek ayın sonlarına doğru orada olacağım. Basutolarımı geri getireceğimi taahhüt etmiş olduğum yer olan Durban’a denizden dönmek için Delagoa körfezine kadar ineceğim... Bir kaç hafta kadar şu münasebetsiz Griqualand’ı bırak ta yanıma gel...»
Cyprien, bu mektubu okurken, müthiş bir infilâk ve onun arkasından büyük bir uğultu duydu. Derhal yerinden kalkarak çadırdan dışarı fırladı.
Madencilerden mürekkep büyük bir kalabalık, intizamsız bir şekilde ve son derecede heyecanlanmış bir halde madene doğru koşuyordu.
Her taraftan:
— Çöküntü! diye haykırışlar geliyordu.
Gece çok serin, hattâ buz gibi soğuk geçmişti; sanki bir gün evvelki gündüz sıcağı, uzun zamandanberi misline pek az tesadüf olunmuş bir derecede olmuştu. Bu biribirine zıt soğuk ve sıcağın toprakta böyle bir felâkete sebep olacağı pek tabiî idi.
Cyprien, hemen Kopje’ye doğru koştu.
Madene varır varmaz, olup biten şeyleri bir bakışta gördü.
Yüksekliği altmış, uzunluğu ise iki yüz metre tutan muazzam bir toprak kütlesi her hangi bir surda açılan bir gedik gibi çatlak teşkil ederek şakulî olarak kaymış, binlerce kentallik taşlar yerlerinden koparak, kum, çakıl, toprak vesaire ile yuvarlanarak madenlerin içlerini doldurmuşlardı. O esnada, tepede, insan, öküz, araba vesaire namına ne varsa hepsi uçuruma bir hamlede gitmişti. Şimdi hepsi, uçurumun dibinde serilmiş bir halde bulunuyordu.
Bereket versin ki, amelelerin büyük bir kısmı, henüz, madenin en alt tabakasına inmemişlerdi.
Cypren’in ilk düşüncesi, ortağı Thomas Steel’i aramak oldu. Onu, çatlağın kenarında, felâketin ne derecede olduğunu tahmine çalışan kimseler arasında bulmakla çok sevindi. Hemen yanına koşarak vaziyeti sordu.
Lancashireli adam, arkadaşının elini sıkarak:
— Ucuz kurtulduk! dedi.
— Ya Matakit?
Thomas Steel, müşterek toprakları üzerine yığılmış olan molozları göstererek:
— Zavallı çocuk, aşağıda kaldı! diye cevap ver di. Onu aşağı göndermiştim. İlk kovayı doldurmasını beklediğim bir sırada çöküntü husule geldi!
Cyprien bağırdı:
— Fakat onu kurtarma teşebbüsüne girişmeksizin bu tarzda kalamayız! Belki yaşamaktadır!...
Thomas Steel, başını eğerek:
— On beş, yirmi tonluk toprak altında canlı kalması ihtimali pek zayıftır! dedi. Esasen, madeni boşaltmak, temizlemek için en aşağı on kişinin iki, üç gün çalışması lâzım gelecek!
Genç mühendis, kararını vermiş bir halde:
— Ehemmiyeti yok! diye cevap verdi, içinden çekip çıkarmağı denemeksizin bu mezar altına diri diri gömülmüş olan bir insanı o halde bırakamayız!
Mühendis, bu sözü söyledikten sonra, Bardik vasıtasiyle, orada bulunan zencilerden birine hitap ederek, maden sahasını molozdan temizlemek için emrinde çalışmak istiyen her bir kişiye günde beş şilin gibi yüksek bir ücret vereceğini bildirdi.
Otuz kadar zenci derhal işe talip oldular ve bir saniye vakit kaybedilmeden derhal işe başlandı. Kazmalar, kürekler eksik değildi, kovalar ve demir teller toprağın yukarı taşınması için hazır bir halde bulunuyorlardı. Beyaz ırka mensup madencilerden birçok kimseler, toprak altında kalmış olan zavallı bir insanın kurtarılması işinin bahis mevzuu olduğunu duyunca yardıma koşmuşlardı. Cyprien’in teşvikiyle elektriklenmiş gibi bir hal almış olan Thomas Steel, kurtarma işinin idaresi için büyük bir faaliyet gösteriyordu.
Öğle vakti, maden içine yığılmış olan kum ve taştan ibaret tonlarca moloz kaldırılmıştı.
Saat üçte, Bardik, acı bir ses çıkardı. Kazması altında, toprağın içinden doğru çıkan kara bir ayak görmüştü.
İki misli çalışılmağa başlandı ve birkaç dakika sonra, Matakit’in bütün vücudu mezardan çıkarıldı. Zavallı zenci sırtüstü yatmış bir halde idi. Hareketsiz yatıyor ve bütün görünüşü onun ölü olduğunu anlatıyordu. Çok garip bir tesadüf eseri olarak, meşin kovalardan biri, elinde bulunurken, yüzüne doğru devrilmiş ve zencinin yüzünü bir maske gibi örtmüştü.
Cyprien, bu vaziyetin hemen farkına vardı; zavallının hayatını belki iade. etmenin kabil olacağını düşündü. Fakat, işin gerçek tarafına bakılacak olursa, bu ümit pek zayıftı; çünkü kalp artık çalışmıyor, vücudun soğumuş olduğu, adelelerin, uzuvların sertleştiği, ellerin büküldüğü, yüzün zencilerde olduğu gibi, bitik bir sarılığa boyandığı görülüyordu ki, bütün bunlar bir havasızlıktan boğulma hâdisesinin vukua geldiğini korkunç bir şekilde anlatıyordu.
Cyprien cesaretini kaybetmedi. Matakit’i, en yakında olan Thomas Steel’in kulübesine naklettirdi. Zenci, triyaj işi gören masa üzerine yatırıldı; sistematik friksiyonlara başlandı, bir nevi sun’î teneffüs temin etmeğe mahsus olan cage thoracique hareketleri yapıldı. Cyprien, bu tedavi usulünün her türlü boğulma hâdiselerine tatbik olunabileceğini biliyor, ne bir yara, ne bir çıkık ve ne de bir kırık olmamasına göre, bu gibi hallerde, başka bir şey yapılamıyacağım düşünüyordu.
Zencinin iri siyah vücuduna daha iyi friksiyon yapan Thomas Steel:
— Görüyor musunuz, Mösyö Méré? dedi. Avucu içinde bir toprak parçasını nasıl sıkıyor!
Lancashireli madenci, bütün gayretiyle çalışıyor ve göstermiş olduğu gayretin bir netice vermekte gecikmediği görülüyordu. Genç zencinin vücudundaki kadavra sertliği, yavaş yavaş gevşiyor; cildinin harareti hissedilir derecede değişiyor; kalp nahiyesini kontrol ederek küçücük bir hayat emaresini gözliyen Cyprien, elinin altında zayıf bir titreyiş hisseder gibi oluyordu.
Nihayet, emareler fazlalaştı. Göğüste hemen hemen hissedilmiyecek kadar hafif bir hareket başladı ve sonra kuvvetli bir soluk, hayat uzuvlarının faaliyete geçtiğini anlattı.
Birdenbire iki kuvvetli aksırık, tamamiyle hareketsiz olan bu siyah kadavrayı baştan ayağa kadar sarstı. Matakit gözlerini açtı, nefes aldı ve kendine geldi.
Oğma işini bırakıp terini silen Thomas Steel:
— Hurra! diye bağırdı. Arkadaş kurtuldu. Fakat dikkat ediyor musunuz, Mösyö Méré, kenetlenmiş gibi kapah duran parmakları arasında sıktığı toprak parçasını hâlâ bırakmıyor!
Genç mühendis, dikkat edilecek daha mühim noktalar olması dolayısiyle bu gibi teferruat üzerinde pek durmuyordu! Hastasına bir kaşık rom içiriyor ve rahat nefes almasını kolaylaştırmak için onu doğrultuyordu. Nihayet, hayata kavuştuğunu görünce, onu battaniyelere sardırdı ve iyi kalpli, iyiliksever üç, dört adamın yardımiyle zenciyi, Watkins çiftliğindeki kendi evine naklettirdi.
Zavallı zenci yatağına yatırılmıştı. Bardik ona dumanı üstünde bir fincan çay hazırlamıştı. Bir çeyrek saat sonra, Matakit rahat ve sakin bir uykuya dalmış bulunuyordu. Artık kurtulmuştu.
Cyprien, kalbinde, ölümün pençesinden bir insanı kurtarmış olmaktan dolayı hiç bir .şeyle mukayese kabul etmez bir rahatlık ve sevinç hissediyordu. Bu kadar terapötik manevradan bir hayli yorgun düşmüş olan Thomas Steel ile diğer yardımcılar, midelerini bol bira ile sulamak ve dinlenmek için en yakın olan kantine gidip muvaffakiyetlerini tes’it ediyorlardı. Matakit’in yanında kalmak istiyen Cyprien eline bir kitap alarak, hasta çocuğunun uykusuna nezaret eden bir baba gibi, hastanın uykusuna bakmak için ara sıra okumasına fasıla veriyordu.
Matakit’in hizmete girmesindenberi altı hafta geçmiş bulunuyor ve Cyprien, zekâsına, itaatine, sadakatine, hiç bir kimse ile mukayese edilemiyecek derecede olan çalışma gayretine hayran olduğu bu zenciden fevkalâde bir memnunluk gösteriyordu.
Bununla beraber, Matakit’in bir kusuru, hem de pek ehemmiyetli bir kusuru bulunuyordu. Bu kusur, muhakkak ki, muhitinden almış olduğu ilk terbiyeden ileri geliyordu. Matakit, biraz hırsız gibi görünüyordu; fakat bu hırsızlığı hemen hemen gayri şuurî olarak yapıyordu. Hoşuna giden bir şey gördüğü vakit, o şeyi cebine atmağı gayet tabiî buluyordu. Bu hususta kendisine çıkışıldığı, bu hareketin gayet, çirkin bir şey olduğu söylendiği vakit, bir daha yapmıyacağına söz veriyor, ağlıyor, affedilmesi için yalvarıyor; fakat daha ertesi gün, fırsat çıkar çıkmaz bu işe tekrar başlıyordu.
Cyprien, kendi kendine:
«Bekliyelim... Ümit edelim... Hırsızlık yapmanın fenalığını belki kendisine anlatabileceğim!» diyordu.
Cyprien, Matakit’in uyuyuşunu seyrederken, bu genç adamın iyi huylariyle maziden kalma o kötü huyu arasındaki acaip zıddiyeti düşünüyordu!
Gecenin karanlığı bastırırken, genç zenci, teneffüs cihazı gayet mükemmel işlemek suretiyle, sanki iki, üç saatlik bir istirahatte imiş gibi, gayet zinde bir tavırla uyandı. Artık başına gelenleri anlatabilirdi.
Tesadüfî olarak yüzünü örtmüş olan kova ile uzun bir merdiven, heyelanın ilk kuvvetli tesirinden onu korumuştu. Bu vaziyet havasızlıktan boğulmayı bir müddet geciktirmiş ise de, toprak altındaki hava ihtiyatı pek az olduğu için, Matakit, bu mesut tesadüften istifade etmeği düşünerek, havanın çabucak bitmemesi maksadiyle uzun fasılalara nefes almağa başlamıştı. Nihayet hava yavaş yavaş karbonlaşmış, zenci bütün vücudunun hareketten düştüğünü hissetmiş, ağır bir uykuya dalmış ve ondan sonra her şey silinmişti.
Cyprien, zenciyi yemek yemesi için bir müddet yalnız başına bırakarak ve bütün tehlikenin atlatılmış olduğuna kanaat getirmiş bulunarak, Watkins’in hanesine mutat ziyaretini yapmak istemişti.
Genç mühendis, gündüz vukua gelmiş olan hadise hakkındaki intibalarını, hele bu hâdise dolayısiyle nefretini büsbütün arttıran o madene karşı duyduğu tiksintiyi Alice’e anlatmak ihtiyacında idi.
Kendi kendine söyleniyordu:
«Bu işi kendi başıma yaparsam, bir diyecek yok. Fakat sefil bir ücret mukabilinde, bana karşı hiç bir mecburiyeti olmıyan bu zavallı zenciye böyle bir işi yüklemek, aklımın alamıyacağı bir şey!... Daha doğrusu nefret duyulacak bir hal!»
Genç adam bütün bu düşüncelerini Alice’e söylemiş ve ona Pharamond Barthès’ten almış olduğu mektuptan da bahsetmişti.
Acaba, arkadaşının tavsiyesini yerine getirmesi daha iyi olmaz mı idi? Limpopo kıyılarına gitmekle ve orada avcılık yapmakla ne kaybedecekti ki? Bu iş, bir hasis gibi toprağı kazmaktan, yahut ta kendi hesabına bazı zavallı insanlara kazdırmaktan daha iyi değil mi idi?
— Bu hususta birçok bilgileriniz olması ve her şey hakkında iyi hüküm vermeniz dolayısiyle, siz ne düşünüyorsunuz, Mis Watkins? diye sordu. Bana ne tavsiyede bulunmalısınız! Nasihatlerinize son derecede ihtiyacım var! Manevî muvazenemi tamamen kaybetmiş gibiyim! Bana muvazenemi bulduracak bir el, bir dost eli lâzımdır!
Genç adam, mahiyetini anlıyamadığı, kendi kendine izah edemediği bir haz duyarak bütün samimiyeti ile konuşuyor, tatlı ve sevimli sırdaşının karşısında kararsızlığının bütün sefaletini ortaya döküyordu.
Muhavere, birkaç dakikadanberi, Fransızca olarak devam ediyor, böylece biribirlerinin mahremiyeti kendi aralarında kalıyor ve üçüncü piposundan sonra uyuyan John Watkins’in, onların hangi dilden olursa olsun ne konuştuklarını duyamıyacak kadar dalması dolayısiyle, serbestçe konuşmak imkânını buluyorlardı.
Alice, Cyprien’i derin bir alâka ile dinliyordu.
Nihayet cevap verdi:
— Bütün bu söylediklerinizi uzun zamandanberi sizin için düşünüyordum, Mösyö Méré! Ben sizin gibi bir mühendisin, bir fen ve ilim adamının böyle bir hayatı gönül rahatlığı ile sürdüğüne bir türlü akıl erdiremiyorum! Bu hal bizzat şahsınıza ve ilme karşı bir cürüm teşkil etmez mi? Kıymetli zamanlarınızı basit işlere, meselâ bir zencinin veyahut ta bir Hotanto’nun belki sizden daha iyi yapacağı işlere hasretmeniz çok fenadır, evet, sizi temin ederim ki, çok fenadır!
Cyprien, genç kızı hayrette bırakan ve bir hayli de canını sıkan bu problemi bir kelime ile izah edebilirdi. Hattâ Alice’in ondan bir itiraf almak için infialini biraz mübalâğa edip etmediğini kim bilebilirdi?... Fakat genç adam, böyle bir itirafta bulunamazdı; çünkü bunu gizliyeceğine dair söz vermişti.
Mis Watkins devam ediyordu:
— Eğer elmas bulmak istiyorsanız, şansınızın çok açık olması lâzımdır. Siz nihayet bir kimyagersiniz; o kadar çok para verilen bu sefil taşların ne olduğunu herkesten daha iyi siz bilirsiniz... Bu taşlar için sarfedilen gayret ve çalışma boşunadır!... Kendi düşünceme geliyorum: Ben sizin yerinizde olsam, o taşları arayıp bulmağa çalışacağıma elmas imali çarelerini araştırırdım!
Alice, o kadar kuvvetli bir tarzda, ilme ve hattâ Cyprien’e o kadar inanmış bir halde konuşuyordu ki, genç adamın bütün ruhu serinletici bir şebnemle yıkanmış gibi oluyordu.
Ne yazık ki, tam bu sırada, John Watkins, Vandergaart-Kopje hakkında haberler almak için uykusundan uyanıyordu.
Genç mühendis, evine döndüğü vakit, Mis Watkins’in çok yerinde olan mülâhazaları üzerinde duruyor, o kuvvetli sözleri düşünüyor ve kendi kendine:
«Neden olmasın? diyordu. Elmas imali bundan bir asır evvel imkânsız gibi görünebiliyordu; fakat bugün bir emrivakidir! Paris’te Fremy ile Peil isminde iki adam, alümin kristallerinden başka bir şey olmıyan yakut, zümrüt, gök yakut yapmışlardır! 1880 de, Glasgow’dan Mac-Tear ve ayni şehirden J. Ballantine Hannay, karbon kristallerinden elmasın bütün evsafını hâiz yepyeni elmas yapmışlardır. Yalnız bu elmasın bir kusuru olmuştur ki, o da, Brezilya’nın, Hindistan’ın yahut Griqualand’in tabiî elmaslarından, çok pahalıya, hem de müthiş surette pahalıya mal olmasıdır. Binaenaleyh, böyle bir imalât, ticarete elverişli görülmemiştir! Fakat, bir problemin fennî ve ilmî halli bulununca, sınaî halli de her halde pek uzakta değildir! Neden araştırma yapmamalı?... Şimdiye kadar gelen bütün bu nazariyeci âlimlerin hemen hepsi, kabine ve lâboratuvar adamları idiler! Onlar elması mahallinde, doğduğu yerde, tâbir caiz ise, beşiğinde tetkik etmemişlerdir! Ben onların çalışmalarından, tecrübelerinden ve hattâ kendi denemelerinden istifade edebilirim! Elması kendi ellerimle topraktan çıkardım! Bulunduğu arazinin bütün şekillerine göre onu tahlil ve tetkik ettim! En zorlukları yenerek bir az şansla hedefine varacak olan her hangi bir kimse varsa, o kimse işte benim!... Ben olmalıyım!»
Cyprien bunları tekrarlıyor ve gecenin uzun bir kısmını hep bu düşüncelerle geçiriyordu.
Kararını çabucak vermişti. Ertesi günün sabahı, Thomas Steel’e artık madende çalışamıyacağını bildiriyor ve yeni projelerini düşünmek için lâboratuvarına kapanıyordu.
|